23 Kasım 2012 Cuma

Biraz sabır...


Gerginim ve hayallerim var. Zaman geçmek bilmiyor.
Kim bilir belki Perşembe’nin Cuma’yı kıskançlığındandır bu yavaşlığı, gün kendini ertesiye atmak istemiyordur.
Veya kim bilir belki de bu iliklerime iyice sokulmak isteyen gerginliğimin, işi ince olduğundan zamanı geçmez kılmasındandır.
Parmağımı yaktım ve yarın hangi ayakkabılarımı giyeceğime hala karar verebilmiş değilim. Bir de ilk defa beğendiğim elbise olduğundan bir dergi sayfasını yırtıp çantama attım, aylar sonra mağazaya es kaza uğrayacağımı bile bile.  Boş boş oturup çocukluğumun şekeri olan Pez yiyorum. Ne garip, içinde kaç tane olursa olsun bir şeker veya sakız paketini hep gün içinde bitirmişimdir; çocukluğumdan kalma alışkanlıklar işte.
Ben çocukken günler pek bağlamazdı beni zamana, daha çok çizgi filmlerle, yarın okulun oluşuyla ilişkilendirirdim geçen günleri. Hele yaz geldi mi ne saatten ne tarihten haberim olurdu, içinde bulunduğum zamandan, dakikaların aktığı gerçeğinden bir haber yaşardım, akşam olduğunu annem yemeğe çağırdığında idrak edebilirdim yalnız.
Krem sürdüm ama parmağım hala sızlıyor, acaba yeşil topuklularımı mı giysem?
Yeni gün gelmiş, gece yarısını bir geçiyor saat. Taramayı erteleyip durduğum, beni rahatsız eden saçlarımın ağırlığıyla oturup boş boş pencereden dışarıya bakıyor, hayal kuruyorum.
Küçükken kurduğum pek çok hayal gerçekleşmedi, zaten gerçekleşmeyeceği ta o zamandan belliydi ama üzülmüyorum şimdi çünkü unuttum gitti hepsini ama bir gün mutlaka ulaşacağım hedefler, yarın için beni tedirgin etmiyor değil şimdi; yarın olmazsa istediğim, üzüleceğim gerçeğiyle bir türlü arkadaş olamıyorum, bu mümkün değil galiba.
Şekerlerin tamamı boğazıma dizildi ve geçiremeyeceğim, geçmesi için beklemekten başka hiçbir şey yapamayacağım bir acıya itti beni. Parmağım biraz daha iyi. Yeşil topuklular en doğru seçim galiba.
Eğer iki gün içinde hedefime ulaşmış, gerginliğimi söküp atmış olursam, hayalime bir ad koyup yeniden kaleme alacağım bugünü. Çekinmek değil, kendime itiraf etmişken ve bu denli yaklaştığıma inanmışken istediğimi elde etmeye, en yakın dostum olan kelimelerden mi saklayacağım en büyük heyecanlarımdan birini!
Sadece biraz sabır... Zaten insan en çok kendisine yalan söylüyor. Dürüst olayım gizem; gerginim ve hayallerim var. Zaman geçmek bilmiyor.

               

23 Ağustos 2012 Perşembe

Ben Bir Şemsiyeyim...

Güneşin dokunuşuyla eskimiş, rengini kaybetmiş bir şemsiyeyim ben... Hasırdan örülmüştür tenim, uzun metal bir çubuk yardımıyla yükselirim gökyüzüne.

Bazı insanlar kaçar benden, güneşin tenlerine dokunmasını isterler, bazıları ise arar beni, bana sığınırlar, benim izin verdiğim kadarıyla bakarlar göğün maviliğine...

Ortasında dikildiğim kristal kumların ayakları yakacak kadar ısınmasına izin vermem ben. İnsanlar yalın ayak ise benim gölgeme koşar, ulaştıklarında tatlı bir gülümseme sarar çehrelerini, huzurla dolarlar, sonra kendi şemsiyelerinin altına kadar sürecek yepyeni bir maratona başlarlar.

Bazen havlularını örterler üzerime, sıcaktan benim de yanabileceğimi mi düşünüyorlar acaba, her ne amaçla yapıyorlarsa çok minnettarım, bazen biraz serinliğe ihtiyaç duymuyor değilim çünkü.

Öyle çok oldu ki; hatırlamıyorum ne zamandır masmavi denizin, kumları dövmesine şahitlik ettiğimi. Onlarca mevsim gördüm, yağmur damlalarının denizle kucaklaşmasını seyrettim ve mutlulukla ettikleri dansı. Binlerce kez güneşin kaybolmasını izledim denizle göğün birleştiği yerde. Geceleri sahilde yürüyen çiftlere eşlik ettim. Çocuklara imrendim, kumdan kale yaparlarken. Zaman zaman geleceğimden şüphe ettim, sert rüzgarlarla savaşırken, umudumu kaybettiğim, daha fazla tutunamayacağımı sandığım oldu ama her seferinde ulaştım yaz aylarına, şehrimin kalabalıklaştığı zamanlara...

Yalnız değilim ben, daha onlarca şemsiye eşlik ediyor bana tüm bu yaşanmışlıklar boyunca. Sohbet ederiz uzun uzun, insanlardan duyduklarımızı paylaşır, dedikodu ederiz biz. Bildiğimiz her şeyi sahile uğrayanlardan öğreniriz.

Kar, diye bir şey varmış; onu öğrendik geçen yaz. Soğuk zamanlarda olan bir hava olayıymış, bembeyazmış ve büyülüymüş. Hiç görmedim ben, yumuşak mıdır acaba,pamuk gibi ve tatlı mıdır şeker misali? Ah bir kerecik dokunsam da tadına varsam, üşümek neymiş daha iyi anlasam... Yalnız olmasam ama çünkü üşüyünce yalnızlık daha derinden hissediliyormuş, geçen kış deniz kenarına gelen bir genç kız mırıldandı ağlarken, ondan öğrendim. Bu yaz da tatile çıkmanın ne kadar pahalı olduğundan bahsetti, gölgemde oturan bir çift, diğer şemsiye arkadaşlara anlattım, para biriktirmek gerek kar yağışını görebilmek, kara dokunabilmek için ama bilmiyoruz ki o ne! Yalnız, seyyar satıcılara verilen kağıt veya metal şeylere para dediklerini öğrenebildik, ne değerini anlıyoruz ne de ne kadar ihtiyacımız olduğunu kestirebiliyoruz.

Keşke gelse bir bulut ve götürse bizi hayallerimize ama hiçbir şey kolay olmuyor işte böyle... Güneşe binip seyahat etsek olmaz mı, soğuk şehirlere?

En iyisinin kar yağışını beklemek olduğuna karar verdik ama o da umutsuz bir durum; bilmem kaç yıldır dikiliyoruz burada ama yağmurdan daha fazla kışa ait herhangi bir doğa olayıyla tanışmadık... Neyse ki daha uzun yıllar burada konaklayabileceğimizi sanıyorum, belki zamanla biriktiririz paramızı, hemen hemen her gün tepemizden geçen uçaklara ulaşabiliriz veya otobüse bineriz ve öyle seyahat ederiz, mola yerlerinde fotoğraf çektirir, yemekler yeriz. Sonra buraya geri döndüğümüzde yaz gelmiş olur ve biz güneşe anlatırız maceralarımızı, fotoğraf albümlerimizi gösteririz.

Ama ben sadece bir şemsiyeyim, güneşin dokunuşlarıyla eskimiş ve rengini kaybetmiş, kar yağışına ulaşmak isteyen ve kar topu oynamak için yanıp tutuşan bir şemsiye. Bir de şu seyyar satıcıların satıp durduğu midyeyi tatsam, öyle merek ediyorum ki tadını. Onun için de para gerekiyordu değil mi? Peki ya haşlanmış mısır, o da mı hayal bana?






2 Ağustos 2012 Perşembe

Bit Pazarı


Hani hiç umursamadığınız, kenara köşeye atılmış, evin derinliklerinde kaybolup gitmiş, yüzüne bakılmayan bozuk paralarımız var ya, sakız bile alınmaz bununla dediğimiz; işte onlar için bütün gün sıcağın altında oturuyorlar, küçücük bebekleriyle, ayaklarında terlik demeye bin şahit isteyen plastik parçalarıyla... Konuşmaya takatleri yok, parmaklarıyla işaret ediyorlar, bir elin parmağını geçmiyor fiyatlar. 


Dönüp bakmayacağınız, yerde görseniz alıp çöpe atmaya tenezzül etmeyeceğiniz şeyler var satılan; oyuncaklar, ev aletleri, ayakkabılar, giysiler, vazolar, mumlar, lambalar, telefonlar, tornavidalar, mutfak aletleri, fincanlar, çatallar, bıçaklar, bardaklar, kolyeler, küpeler, bilezikler, piller, radyolar, çakmaklar... Bit pazarı işte; aklınıca ne geliyorsa var.


Onca eşya, yerlere serilmiş çarşaflar üzerinde dağınık vaziyette duruyor, öyle ki; aradığınız şey muhakkak orada var ama bulmanızöyle zor ki, çünkü oradan buradan gözünüze çarpanlardan ibaret yanlız gördükleriniz. 


Çok da fazla değil, oturup sayabileceğiniz kadar insan geziyor daracık boşluklarda, eşyalara göz gezdiriyorlar. Hiçbir şey bulunamaz, alınamaz gibi görünüyor, her şey işe yaramaz, kim bilir kaçıncı el... Ama öyle değil, alışveriş yapıyorsunuz, bazen sırf yardım etmek için hatta. Zavallı yaşlı amca saç kalmamış başında boncuk boncuk terlerle bekliyor gün boyu, artık kullanmadığı eşyaları birileri alsın da akşam eve ekmek götüreyim, diye, yalnız bir ekmek parası kadar her bi parça. Küçücük bebeği terlemesin diye gölgelerin ardına yerleşmiş zavallı kadın da bekliyor.


Kitaplar bile bir liraydı, üç dört tane aldım. Sararmıştı yaprakları, okunmuştu daha önceden, eski kokuyordu, zamanın ve çevrilmiş sayfaların kokusu sinmişti üzerine. Seviyorum ben bu kokuyu, bana ailemin köyünü hatırlatıyor, eski evlerde, eskimiş eşyalar arasında geçirdiğim eski zamanları. Şu anda yaşıyor olduğum şehir doğduğumdan beri evim benim ama ben sadece bir kaç ay ziyaret ettiğim, eskinin kokusuyla yoğruldum o köyü çok daha fazla seviyorum. 


Bir köşesi de antika eşyalara ayrılmıştı pazarın, eski radyolar, silahlar, kılıçlar, saatler, vazolar... Diğer tarafta bir liraya satış yapanların günlük kazancı bu taraftakilerden fazla oluyordur sanırım zaman zaman ama bir tane antik eşyayı sattığında, diğer taraftakilerin aylık kazancını elde ediyordur buradakiler. 


Pek çoğumuz, orada harcadığım parayla bir öğün yemek bile yiyemeyiz, yalnızca 7 liraydı ama dört aile bugün akşam eve onunla ekmek götürebilecek. Ne olacak ki, diyorum yalnızca bir lira olduğunu duyunca almak istediğim şeyin, yalnızca bir lira ama çocuk aldığım şeyin benzerlerini de çıkartıyor, bunları da al, diyor hatta tezgahtan ayrıldıktan sonra sırf o bir lira için peşimden geliyor. Öyle şeyler var ki; bunları kim alacak, kim kullanacak ki diyorum ama alınıyor, kullanılıyor, iyi ki de böyle oluyor. Geri dönüşümün en güzel hallerinden biri bu, normalde çöp adı altında atılacakları yeniden kazanmış oluyoruz. Bence bu insanlar yüz binlerce türk lirası değerinde arabasıyla oradan oraya gezip, camdan dışarıya çöplerini atan, küçük esnafa göz ucuyla bakmayan o adamdan çok daha fazla saygıyı hakediyorlardır. 

Her perşembe, aynı yerde kuruluyor pazar. Yakın zamanda yine ziyaret edeceğim...

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bana Bi' Şey Olmaz

Samsun'un Canik ilçesinde sele kapılıp kaybolan, cesedi günler sonra bulunan bir kız var; Cansu. Bir hafta kadar önce toprağa verildi, doğduğu gün dün gibi ailesinin gözleri önündedir hala. Bunun yanında on iki vatandaşımız Toki konutlarında hayatını kaybetti.

Kahramanmaraş'ta evde yalnız bırakılan iki çocuk televizyonun aşırı ısınması sonucu çıkan yangında can verdi. Anne eve geri dönüp karşılaştığı manzara sonucunda sinir krizleri geçirmiş. Baba ise şoka girmiş, tek kelime dahi edememiş.

Yol çalışması sebebiyle bölünmüş yolda önünde yavaş giden kamyonetten ötürü beklemekten sıkılan bir sürücü hatalı sollama yapınca karşıdan gelen kamyonla çarpıştı ve yitip gitti hayattan.

Bir önceki yazımda da bahsetmiştim; geçtiğimiz hafta Feneryolu istasyonunda trenin altında ezilerek bir anne ayrıldı aramızdan.


Yurdun çeşitli yerlerinde onlarca boğulma olayı meydana geldi. Kızılırmak nehrinde, Ankara'da gölette, Tekirdağ Kumbağ'da insanlar silinip gidiyor dünyadan. Akıntı olan yerlerde yüzüyorlar, girmek yasaktır, tabelasını göre göre suya giriyorlar. Bazı yerlerde öyle bir tabela bile yok hatta!


Depremler var bir de; 99 depreminde ölen binlerce insan var.


Hala dere yatağına inşa edilen spor kompleksleri mi, konutlar mı dersiniz, bir dolu proje var gündemde olan.

Hala ev kazalarının oluşabileceği ortamlar kontrol edilmiyor, insanlar umursamıyor; açık bırakılan tüpler, fişte bırakılan ütüler, geceleri söndürülmeye gerek görülmeyen sobalar var.

İnsanlar aceleci, varmak istedikleri yere en kısa yoldan ulaşmak istiyorlar en kısa zamanda. Ne trafik işaretleri umurlarında ne de tehlikeleri önemsiyor insanlar.

Ne olacak ki; insanlar kör mü de trenle peron arasındaki kocaman boşluğu farketmeyecekler, görmeyecekler mi trenin gidiyor olduğunu. Kondüktöre ne gerek var, boşuna israf!


Ev almadan önce, evin sağlamlığını kontrol etmeyi önemsiz buluyoruz, depreme dayanıklı olmayan evler yapılıyor, müteahhitler malzemeden çalıyor.



Yara sarma politikası var bizde; insanlar devletten yaralarının sarılmasını istiyorlar. Deprem maduru yaşlıca bir adam, evine dolmuş suları dışarıya atmaya çalışırken küçücük bir kovayla, 'Devletimizden yaralarımızı sarmasını istiyoruz." diyor. Saatlerce köprüyü geçmeye çalışan insanlar, 'Devletin, belediyenin bu soruna bir çözüm bulmasını istiyoruz.' diyor. Makiniste dava açılıyor, Toki kötülenmeye çalışılıyor... 


Kimse de demiyor ki; afet yönetimi yerine biraz da risk yönetimi üzerine düşsek, olmadan önce önlesek tüm bunları! Alt yapı çalışmalarına önem versek, şehirleri, yaşam standartlarını iyileştirsek, sırf maddi kazançlar için yeşil alan projesiyle korunan dere kenarlarını imara açmasak, evden çıkmadan önce son kez etrafı kontrol etsek, çocuklarımızı olabileceklere dair bilgilendirsek, tembihlesek, yüzebiliyor olduğumuz gerçeğine fazla güvenmesek, boğulmanın iyi yüzmeyle alakalı olmadığını kabullensek, sakıncalı yerlere iş işten geçtikten sonra yüzmek yasaktır, tabelası koymasak da önceden akıl etsek bunu, acele etmeyi bıraksak artık, trafik kurallarına uymanın, kemer takmanın normal olduğunu anlasak, makas atmaların havalı olmadığını kabullensek, kondüktörün ne kadar gerekli olduğunu anlamamız için, o trenle peron arasındaki boşluğun fazla olduğunu anlamamız için ölüm gerekmese daha fazla, okullarda deprem tatbikatları, depremle ilgili bilgilendirmeler depremlerden sonra yapılmaya başlanmasa, deprem çantalarının önemi anlaşılsa, evlerin inşaatları daha kontrollü ortamlarda gerçekleştirilse... 


Liste böyle uzayıp gider. Sayfalarca sorun yazılabilir ve sayfalarca eksiklik ama yine de kimse umursamaz bunları. Ne söylenirse söylensin, iş işten geçtikten sonra çözüm aranmaya devam edilir. Biz insanlar risk yönetimi neymiş bilmeyiz, önemsemeyiz, çünkü bize bi' şey olmaz; kötü olaylar, felaketler yalnızca televizyonda haberlere çıkan, gazetelerde kendilerine bir köşe verilmiş insanların başına gelir, internette gezinirken gözümüze çarpan haberlerdeki insanlar yaralanır veya ölür yalnızca. Bize bi' şey olmaz!


11 Temmuz 2012 Çarşamba

Tanık hayatlar...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20961819.asp

Ve hayat küçücük bir çocuğun hiçbir şeyi anlayamaması ve anlamlandıramamasından ibaretti, annesinin öldüğünü anlamamasından, hiç tanımadığı bir adamın kucağında az önce elini bıraktığı annesinin yanından ayrılmasından...

Ve hayat küçücük bir çocuğun annem nerede, diye sorması kadar basit, cevap veremiyor olmak kadar acı, oyalamak için çikolata vermek kadar saçmaydı. Oysa o annesini bir daha hiç göremeyecekti, bunu anladığı an istediği son şey çikolata olacaktı. Ağlayacaktı. Sussun diye yine çikolata verilecekti ona sanki acısını hafifletebilirmiş gibi ve belki de artık nefret edecekti annesinin elinden keyifle yediği çikolatadan.

Ağlayacak evet. Nedenini bilmeden annesi gelmiyor, diye ağlayacak. Annesi nasıl bu dünyayı terkediyor olduğu gerçeğinden habersizdiyse, o da habersizdi bundan. Habersiz ama ağlayacak.

Böylesi daha kolaydır belki de; kabullenme olgusunu es geçip bilmemekten başlıyorsun her şeye. Büyüdüğünde hiç anlamamış olmayı mı yoksa daha dün gibi hatırlamayı mı tercih eder bilemiyorum.

Ve hayat insanların hiç tanımadıkları biri için üzülmesinden ibaret, bir anlık. Trenden inen yolcuların çamur yüzünden, yağ yüzünden kirlenmiş paçalarına bakıp çıkmaz da bu, diye şikayet etmesinden ibaret. Evet; hiç çıkmayacak. Asla ama asla çıkmayacak ölümün lekesi.

O küçük çocuğun üzerindeki lekeler çıkmayacak, annesinin kokusu hiç sökülmeyecek nefeslerinden. Yüzü, gülüşleri hiç silinmeyecek bakışlarından. Şevkati hep teninde barınacak.

Ve hayat ölümün varlığı gittikten sonra trenin yeniden yollara düşmesinden ibaret, habersiz insanları taşımasından, ruhun sindiği yeri tekrar tekrar dövmesinden, her şeyin dışarıdan normale dönmüş gibi görünmesinden ibaret.

Bilmiyorum; başka canlar da yitip gitti mi orada. Bilseydim, görseydim onları da yazardım ama işte hayat bilmemekten ibaret, akşam haberlerde, yarın gazetelerde çıkacak haberin bilmeyenlerce yalnızca göz gezdirilecek olmasından bir de. Bilenler zaten okumayacak.

Ve hayat oldukça garip; biri ölüyor ve siz yanından geçip gidiyorsunuz. Gazetelerin altındakileri görmek istiyorsunuz dayanamayacağınızı bile bile. Yanınızdaki insanlarla olayın nasıl olduğuna dair düşünceler üretiyorsunuz sanki artık bir önemi varmış gibi. Kimisi fotoğraf çekiyor, anlayamıyorum; daha sonra bakıp anıları yad edecek ve arkadaşlarına mı gösterecek albümlere ekleyip, belki de internette paylaşır.

Ambulans görevlileri gidiyor ve polisler geliyor. Pek çoğumuz için yalnızca dizilerde ve haberlerde gördüğümüz kadar yakın olan sarı şeritler çekiliyor cansız bedenin etrafına. Kocaman kameraları elinde haberciler geliyor sonra. Herkes oradan kaçmak isterken onlar koşarak yetişmeye çalışıyorlar olaylara.

İnsanlar telaşlı, geç kalıyorlar gidecekleri yere tren çalışmadığından.

Ve hayat artık dört yaşındaki küçük bir çocuktan ibaret, bir baba için yalnızca oğlundan ibaret.

Ve hayat artık bir yokluktan ibaret, küçük bir çocuk için annesinin gitmesinden ibaret.

Ve hayat gazetelerin altındaki yüzle aslında tanışık olmamdan ibaret. Tesadüfler... tesadüfler... tesadüfler... Hayat sabah çıkarken not defterimi unutmamdan, bir şeyler yazarım diye ilk gördüğüm kırtasiyeye uğrayıp yeni bir tane almamdan, o saatte tam da o istasyonda trene binecek olmamdan ibaret. Tesadüfler... tesadüfler... tesadüfler.

Bugün, bir kaç yabancı sayılı günler içinde unutmuş olacakları kötü bir anı edindi. Ben yeni not defterimin bir kaç sayfasını dolduran bir kaç kelimeye hayat verdim. Çıkmayacak lekeleri olan bir kaç pantolon var bir de artık. Düşünüyorum da; gerçekten yazık oldu, hiç telafi edilemeyecek olan şeyler oldu bugün, mesela o adam o pantolonun aynısından bir daha nerede bulacak artık?!

Ve hayat birazcık da benim buraya bir son yazamayacak olmamdan ibaret aslında, bugün bir sona tanık oldum zaten, bir tane de ben yazmak istemiyorum.



26 Haziran 2012 Salı

Yazmak... Yazmak... Ve yine, yeniden yazıyor olmak.

Bu aralar bloguma hiç uğramadığımı farkettim. Üçüncü romanımla haddinden fazla ilgilendiğimden sanırım. İlgileniyorum çünkü uzun zaman önce bitti ve artık yazılması gerekiyor, ağırlık ediyor aklımda, boşa taşıyorum onu oradan oraya, dördüncü romanıma gölge yapıyor. 

Devamlı aklımda ve artık bir yere bırakılması gerekiyor; Bir Ölünün Hayatı bitti çünkü, Melek artık Ali'nin meleği değil ve Melek de Ali'yi daha fazla sevemiyor. Ben artık Ali'yi sevemiyorum, Melek'i özleyemiyorum.

Artık Gönül oldum, yepyeni bir hikayeyi yaşıyorum. Sıcağa dönmeyen muslukları olan bir evde uyanıyorum, tercihsizim. Buzdolabım hiç olmadı... ve aşığım.

Bu aralar aklımda Gönül'den, Bir Ölünün Hayatı'nı yazmaya çalışıyorum.

Bir de yazmakla ilgili yazar oldum; nasıl yazdığımı ve nasıl olup da yazamadığımı, neden kelimelere ulaştığımı ve neyi konu aldığımı, ne zaman kaleme dokunduğumu, ne yazacağımı ve ne yazmam gerektiğini.

Bazı şeyleri yazmayı bırakıyorum, bazı şeylere yeni başlıyorum. Yepyeni maceralara atılıyorum. Aklımda birbirinden farklı onlarca proje... Sırf düşlediklerim, amaçladıklarım, yazmak istediklerim değil, diye haksızlık yapıyorum fikirlerime, hikayelerime ve görmezden geliyorum bazı roman olabilecek olayları.


Şimdi sabah oldu. Romanıma daldığımdan devam edememiştim dün gece, sabaha yazarım demiştim ama sabah da romanıma vermişim aklımı. Az önce bıraktım, hatta hala açık beni bekliyor dosya. O yüzden daha fazla uzatamayacak ve geriye dönüp dalacağım yine Ali'yle Melek'in dünyasına, rüyasına.

Sayfa seksen sekiz... Ali, Melek'in onu liseden beri sevdiğini öğrendi, biraz kırgın, biraz kızgın ve fazlasıyla üzgün şimdi. Ben de biraz kırgın, biraz kızgın ve fazlasıyla üzgünüm. Melek ağlamak istiyor, ben de ağlamak istiyorum. Geçiyor ama bu ortak hisler, uzaklaşmaya başlıyorum karakterlerden ve bu yüzden acele etmeliyim, yazılmalı artık bu roman çünkü ben bir yandan da artık Gönül'üm ve bu sıcakta tarlada çalışıyorum.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Yine annem...

Müzik dinliyordum az önce, rastgele bir şeyler çalıyordu. Annemin sesi doldu birden kulaklarıma; şiirlerini seslendirmiş bir ara, sanırım Ankara'da eczacılık okuduğu dönemlerde.


Gözlerin simsiyah olsun;
Derinlere bakar gibi bakayım,
Yumduğumda gözlerimi kapkaranlık, 
Gözlerine dalayım.


Masmavi olsun gözlerin;
Şöyle kaldırıp da başımı,
Dalınca gözyüzüne bomboş, 
Gözlerine uzanayım.


Ve gözlerin yemyeşil olsun;
Deniz kenarına oturup da seyrederken uzakları, 
Dalgalar yerine,
Gözlerinle dolayım...


Ya da... Ya da kahve olsun gözlerin;
Beni alıp yokluğa götürsün, 
Sanki dağ başlarında yaşar gibi, 
Gözlerinde yaşayayım...


Uzun zamandır aradığım bir şiirdi bu, en sevdiklerimden.

Daha önce de annemi şair olarak göremediğimi ve şiirlerini onda bulamadığımdan bahsetmiştim; sesinden dinlesem bile hala annemmiş gibi gelmiyor bana. 


Tam kırk beş dakika dinledim boş boş ve sonra da yazmak için beğendiklerimi, tekrar dinledim. 


Bir kaç şiirini paylaşmak istiyorum sadece bu akşam, belki siz benim hissettiklerimi hissetmezsiniz ama kendinizden bir kaç parça bulacağınızdan eminim şiirlerinde...





Seni düşünüyorum, 
Gözlerimde yaşadığın günden beri.
Seni yaşıyorum,Bin bir çiçekle ördüğüm.
Güzelliğini sunuyorum mısralarıma, Hasretinle birlikte.
Anlasana artık; sen içimde bir kördüğüm.
Sabahın serinisin ruhumda.
Rüzgarın ılık, tatlı sesi
Ve bir kuşun ötüşü seher vakti...
Düşünmem sandım seni,
Düşünmezsem unuturum sandım.
Yanılmışım habersiz sevdalım,
Yanılmışım...
Düşüncelerimde olmasan bile
Gözyaşlarımda varsın...
Azrail gibi.
Her kapanışında göz kapaklarımın, 
Bir balta vurdun beynime.
Kırdın rüyamdaki bin bir renkli çiçeği.
Oturdun sabaha dek,
Gözbebeklerimde... 





Senden uzakta olursam
Düşünmem sandım seni,
Düşünmezsem unuturum sandım.
Yanılmışım habersiz sevdalım,
Yanılmışım...
Düşüncelerimde olmasan bile
Gözyaşlarımda varsın... 





Başucumdaydın bütün gece,
Azrail gibi.
Her kapanışında göz kapaklarımın, 
Bir balta vurdun beynime.
Kırdın rüyamdaki bin bir renkli çiçeği.
Oturdun sabaha dek,
Gözbebeklerimde... 


...
Ve düşüncelerin kim bilir kimlerleyken, 
Bir yılan gibi çöreklendi içime yokluğun...




...
Seni düşünüyorum, 
Gözlerimde yaşadığın günden beri...




Önce doğan güneşim oldun, 
Donra batan
Ama olsun, 
Güneşin batışını da seviyorum, 
Hem de daha çok, doğuşundan...




Yine yazmaya başladım can dost,
Uzunca bir süredir alamadığım kalemi aldım elime bugün,
Galiba yalnızlığı taşıyamıyorum artık,
Galiba özlemim dışıma taştı bugün...




Bir şarkımız yoktu,
Dinlediğimde seni hatırlayayım.
Ama çocuğumun her balon istiyorum, deyişinde
Seni hatırlayacağım...




Bazen yürümek yağmur altında amaçsız,
Boğulmak binlerce düşünce arasında,
Çıkamamak beyninden,
İçinden...
Sıkışıp kalmak...
Ve tüm bunları seninle yaşamak.
Sen dediğim sen; neredesin, nerelerdesin?
Sen dediğim sen; kimdesin, kimlerlesin?
Belki bir gül yaprağının ucunda,
Belki bir çiğ tanesindesin...
Kim bilir belki,
Belki güneşin batışını seyrederken bir akşam üstü, 
Gözlerimin takıldığı yerdesin...




En çok neyi özleyeceğim biliyor musun;
Çocukça davranmayı, demiştim bir zamanlar. 
Şimdi en çok neyi özlüyorum biliyor musun;
Çocukça davranmayı, diyorum.




Karanlığı sever gibi seviyorum seni,
Çünkü karanlık baştan başa benim.




Şimdilik bu kadar olsun...
Babama not: kıskanma babacığım, sen de yaz senin de olsun :)
SİZİ SEVİYORUM!


http://www.facebook.com/hayatgulsunsize

26 Nisan 2012 Perşembe

Ben büyüyünce çocuk olacağım.

Ben deniz ile göğün birleştiği yerde yaşayan küçük bir kız çocuğuyum. Saçlarım güneşten, ellerim bulut. Ayaklarım horoz şekeri tarlasında.

Kırmızı Başlıklı Kız'la Hansel ve Gratel'i yeni yeni okumaya başlıyorum, hece hece ilerliyor hikayeler. Her bir sayfayı bitirdiğimde alkışlıyor beni deniz yıldızları, okuyamadığım kelimeler olursa yardım ediyorlar. Devamlı aynı kitapları okuyorum çünkü kitapçı yok buralarda yenilerini alabileceğim, deniz atları bana neler getirmişlerse onlar var kitaplığımda. Olsun hiç sıkılmıyorum, her seferinde ayrı keyif alıyorum, her bitirdiğimde yeniden ve yeniden okumak istiyorum.

Saçlarımı örmeyi hala öğrenemedim, yunuslar örüyor, rengarenk çiçekler takıyorlar bir de. Ben en çok mavi olanları seviyorum, en çok onları yakıştırıyorum kendime. Sonra da beni uzun gezmelere çıkartıyorlar, bir oraya bir buraya yüzüyor, dalgaların üzerinde koşturuyoruz birlikte.

Mercanlarla yerden yüksek oynuyoruz, saklambaç veya, ama ben onu pek sevmiyorum çünkü hep ben ebe oluyorum, mızıkçılık yapmak istemiyorum ama ben daha küçücük bir çocuğum, istediğimi yapabilirim.

Uyku saatim gelince ağarmış yıldızlar örtüyor üzerimi, ay iyi geceler öpücüğü veriyor. Rüyalarıma oyuncaklarım giriyor ve daha binlerce sahip olmak isteyeceğim oyuncak, sabaha kadar oynuyoruz.

Zaman zaman ağlıyorum çünkü boya kalemlerimi bulamadığım oluyor, ben resim yapmayı çok severim de. Onları kaybedince kendimi kaybetmiş gibi oluyorum. Bütün balıklar okyanusu aramaya koyuluyor, bulunana kadar susmuyorum, bomboş kağıtlar ellerimde hayat bulmayı beklerken ben kıpkırmızı lalelerden hıçkırıklarımla dolduruyorum ufku. Güneş gürültüye ve kargaşaya dayanamayıp evimi terkediyor bazen, aya kalıyor beni teselli etmek.

Bazen ayağım takılıyor ve düşüyorum, biraz sakarımdır da ben, ayaklarım iki aşık gibi birbirine dolanır hep. Yunuslar büyüdüğünde geçer diyor. Geçsin istemiyorum, varsın ben hep böyle sakar kalayım, iki aşık hiç ayrılmasın, hep sarılsın, ben düşmeye, yara bere içinde kalmaya, lila kanamaya razıyım hep. Aslında ben pembe kanamayı tercih ederdim, o benim en sevdiğim renk çünkü; tatlı ve sıcak şeker pembesi. Lila tende biraz kekremsi bir tat bırakıyor.

En büyük korkum; bir bardak su, benim. Boğulabilirim içinde, yudum yudum içebilir beni ve yok olabilirim derinliklerinde. Bir de yatağımın altında bir kaç gölge var, onlardan da az korkmuyor değilim hani. Olsun gece lambam var, uyuyana kadar bana eşlik ediyor, hem bazen ahtapotlar bana ninni de söylüyor.

Bir gün bir balina bana büyüyünce ne olmak istediğimi sordu; çocuk, dedim. Güldü bana, neden güldüğünü anlayamadığımı söyledim. Çünkü çocuksun, dedi, anlayamazsın. Çocukluk anlayamamak mıdır ki, ben onun özgürlük olduğunu sanıyordum, dertler için nasıl olsa geçer, diyebilmek, dünyanın gerçeklerinden uzak, masallar okuyabilmek, istediğin zaman oyun oynayabilmek, dünyayı unutup uzun uzun çizgi film seyretmek, ufacık bir hediyeyle; mesela horoz şekeriyle mutlu olabilmek. Çocuksun işte, dedi, anlayamıyorsun. En azından büyüdüğümde senin kadar şişman olmak istemiyorum, diye bağırdım ona. Kahkahalarla güldü bu kez.

Neden böyle söyledi, diye sordum sonraları bir deniz yıldızına. Kızıyordum balinaya ama aslında anlamamıştım da. Bana çünkü söylediğin şey ona çok çocukça geldi, dedi. Kelimelerin emekliyor gibiydi ve mızıklıyorlardı biraz da. İyi de, ben çocuktum zaten. Ayrıca imkansız olduğunu da düşündü, dedi. İmkansız mı, astronot, cevabından daha imkansız görünmüyordu gözüme sonuçta ben fazla bir şey istemiyordum ki, sadece şu anda olduğu gibi çocuk olmak istiyordum, hiç değişmeden kalmak. Deniz yıldızı gülümsedi, anlayacaksın, dedi.

Şimdi düşünüyorum da içime bakıp, belki de aslında büyüklerin anlayamadıkları şeyler var ve hatta bu yüzden onlar 'büyüyünce anlarsın' cümlesine sığınıyorlar. Bazı şeyleri göremiyorlar, ne kadar küçük ve sığ akılları. Benim gibi, biz çocuklar gibi düşünemiyorlar. Hayallerini ve dileklerini kaybetmişler, geçen yıllar onlardan oldukları kişiyi almış sanki, törpülemiş bakışlarını... Benim aklım daha özgür, kalemlerim daha renkli, gecelerim karanlık bile değil. Ne arabamın benzine ihtiyacı var, ne elektriğim faturaya bağımlı. Düşüncelerimin sınırına ulaşmak için, ufuk çizgisine dokunmak gerekir. Rüyalarım helyum dolu balonlar misali, bıraksan kaçacak bulutlara, rüzgarla kovalamaca oynayacak...

Haklılar ama; anlamıyorum. Öyle ki; neyi anlamam gerektiğini bile anlayamıyorum aslında. Fakat zaten eğer anlamam için büyümem gerekiyorsa; istemem, kalsın, anlamayayım ben.


22 Nisan 2012 Pazar

Gobi Çölü'ne gitmek istiyorum...

Onunla ilk nerede tanıştığımızı hatırlamıyorum. Sanırım ben kalbimin arka sokaklarında sarhoş ve yorgun dolaşıyordum. Hafif yağmur yağıyordu, yer yer su birikintileri oluşmuştu. Biri iki, ikiyi beş görüyordum, sokak lambaları yolumu aydınlatmaya yetmiyordu. Hayat çok bulanıktı ve sarsılıyordu. Gördüğüm şeyler baktığım yerlerin hızına yetişemiyor, ardından geliyordu. Topuklularımın yerle buluştuğunda çıkardığı ses kulaklarıma korkunç bir uğultu şeklinde ulaşıyordu.

Midem bulanıyordu, ruhumu kusmak ister gibiydim. Yutkunarak bastırmaya çalışıyordum boğazıma kadar gelen çığlıklarımı. Bir kussam rengarenk olacaktı dünya, hayallerimle süslenecekti kaldırım taşları ve içim yokluğa gömülecekti.

Aklımı taşıyamıyordum artık, düşüncelerim ağır gelmeye başlamıştı. Bir an önce gitmem gereken yere uzanıp kafamı koymalıydım bir yerlere.

Pek çıkartamıyordum kendimi, yüzyıllardır görmediğim bir yüze sahip gibiydim. Suçum piyanoda kemana ait notalar aramak mıydı yoksa sezaryan bir hayata normal doğmak mıydı bilemiyorum, kapalı gişe bir tiyatroya bilet aramak misali boşa ve kara borsaya yaşıyordum, kasımdan kalma bir haziran akşamı.

Zamanın fotoğrafını çekip çerçeveletmiştim adeta; her gece aynı geceye kalkıyordum. Korsan kitapların satıldığı caddelerde kaybediyordum kelimelerimi, şiirlerimi bağışlıyordum boş sayfalara. İmla hataları yapıyordum, doğrucu tavırlarımda. Sarhoşluğuma verin siz, iç açıları toplamımı bulamıyordum.

Saat sabaha karşı üç veya dörttü. Karanlıkta benim gibi hayatlarını kaybetmiş bir kç insan daha vardı.

Esiyordu, saçlarım darmadağın olmuştu. Bir kaç parça kağıt koşturuyordu kaldırımda, soğuktu belki de ama ben üşümüyordum, alkol sıcak tutuyordu, sarıp sarmalıyordu beni.

Elimi cebime attım, sigaram bitmişti. Ciğerlerime dolan temiz hava canımı yakmaya başlıyordu.

Ve onu gördüm! Elleri cebinde, ışıklardan uzak, duvara sırtını dayamış sigara içiyordu. Gölgelere ve dumana boğulmuştu çehresi. Ondan tarafta gözüme çarpan tek ışık yanan tütünün doğurduğuydu.

Ayakkabılarım beni ele verince bendentarafa baktı. Gel, diyordu sanki ve ben gidiyordum, sessiz çağrılarını takip ediyordum.

Bana sigara uzattı. Ondan tarafa uzanan uzun, boyalı tırnaklı ellerin titrediğini farkettim, sanki bir başkasına ait gibiydiler, tanınmayacak haldelerdi.

Sessizlik doldurdu aramızdaki mesafeyi ve ben hiçbir şey yapamadım, aramızdan çekip alamadım onu.

Aşık oldum... ve onda kaybolmak istedim, kokusunu merak ettim, sesini de. Tarif edilememezliğiyle sevdim onu, sarhoş soluklarıyla. Hiç tanımadığım hayatı çekici ve çok cazip geldi.

Sigarasının sonsuzluğa de sürmesini istedim umutsuzca, biletim olmayan bir trene binmek istedim. Son yudumu aldıktan sonra yere atıp ayağıyla ezdi, hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı. Adım adım benden uzaklaşıyorken yıllardır tanıdığım ve ölümüne bağlandığım bir insanı kaybediyor gibiydim.

Boş ve loş sokakta bir tanrı misali yükseliyordu, tapmak istiyordum ona hiç bitmeyen gecelerde. Nereye, dedim adından bağırıp. Sesim kurumuş bir ağaç yorgunluğundaydı, tatsızdı ve tanınmaz haldeydi.

Durdu, sesi yankılandı tüm boşluklarımda; Gobi Çölü’ne, dedi. Nefesi duman duman uzaklaştı araladığı dudaklarının arasından, bana varmasını istedim. Beni de götür, dedim. Hiçbir şey söylemedi, kıpırdamadı bile. Bir ara sözcükleriyle birlikte ruhunun da çıkıp gittiğini düşündüm.

Sarhoştum; anlamıyor ve anlamlandıramıyordum, çok düşünmeden ona doğru attım adımımı. Benimle birlikte yürümeye başladı. Bir anda hiç tanımadığım bu adam benim yolum ve varacağım liman olmuştu.

Issız ve eşsizdi evi, bir de soğuk; çöl geceleri gibi. Ucu bucağı yok gibiydi, sayısız resim vardı duvarlarında kum taneleri misali; kadınlar, kadınlar ve kadınlar... Her birine dokundu içim, her birinde bambaşka hayatlar ve hayaller gördüm.

 Ressamım ben, dedi. Kadifemsi sesinin ırzına geçmek istedim zarifçe.

 Beni de çiz.

 Öyle mimiksiz, öyle soğuk ama öyle duygulu görünüyordu ki...

Sadece beni çiz, dedim. Koltuğu gösterdi bana. İçimi soydum sonra hiç çekinmeden. Ruhum çırılçıplak kaldı ve sımsıcaktı.

Gözleriyle çizdi beni... Gözlerinde çizdi...

Bitirdi, kalkıp yanına gittim, baktım çizimine ama kendimi hiç göremedim, sayfada yalnız o vardı. Resmi duvardaki diğer kadınların yanına astı. Kızdım ona; sanki beni aldatmıştı.

Sigara uzattı bana yine, kalemi tuttuğu ellerinde kaybolmak istediğimi farkettim.

Reddettim sigarayı. Sen de içme, dedim. Beni iç.

Bu kez o soydu içimi, bir kez daha çırılçıplaktım, soyundukça ısınıyordum.

Saatlerce bende kaldı, tenime çizdi kendini, kokusunu işledi ciğerlerime ilmek ilmek. Kayboldum suskunluğunda, sessiz duygularında. Gobi Çölü’ne gitmek istiyorum, dedi bir ara. Beni de götür, dedim. Sanırım bir saniyeliğine de olsa tebessüm etti.

Sabahın ilk ışıklarına kadar bendeydi, ekvator misali yattı üzerime. Pencereden şerit şerit süzülen güneş, çıplak vücutlarımızın üzerine uzandığında gecelerin acı verici derecede kısa olduğunu düşündüm.

İşte biz böyle tanıştık...

Ve biz zaten sadece tanıştık. Adını bile bilmediğim o beden, bana beni verdi ve biz birbirimiz için ‘tanışık’ olduk.

Zaman zaman gerçekliğini sorguluyorum onun, içkilerin içinde boğulduktan sonra kafamın dünyalarından birinde yaşadığım bir yalan mıydı o veya kanepelerin birinde sızıp kalınca gördüğüm bir rüya mı... Kimliğine el konulmuş olsa da alkollü araç kullanmaktan, gerçek olmasından yana kalbim.

Gobi Çölü'ne gitmek istiyorum ben de. Beni kumlara çizsin istiyorum pamuk şekerle ve sonra damağımda bıraktığı tadın keyfine varayım yeniden. Dağınık düşlerimi sahiplensin, nergisler ezilmeden ve erikler bulmadan renklerini.

Takvimin yaprakları kopuyor tek tek, dağılıyor üzerindeki anılar. Polisiye bir romanın ikinci baskısı gibiyim, bozulmuş bir kapı zili gibi veya.

Yine günlerden yanlız başına içtiğim bir gece ve ben Gobi Çölü’ne gitmek istiyorum. Vişne suyu içmek istiyorum, ters dönmüş bir piramitte, altından bir lahite gömülmek istiyorum. Onu bulmak ve adını öğrenmek istiyorum sonra, mezar taşıma o yazılsın istiyorum.

Duvarına astığı, gelip geçerken ara sıra gözüne taktığı, belki de benim artık yaşadığım tek yer olan o resimden daha fazlası olak istiyorum. Sonra oturup onunla bir vahanın yanında pamuk şeker yemek istiyorum.

Gobi Çölü’ne gitmek istiyorum, onu da götürmek istiyorum.

Pamuk şekerden bir uçağa binmek ve Gobi Çölü'ne gitmek istiyorum.

19 Nisan 2012 Perşembe

Kelimelerimi düşürdüm...

Pek çok şeyden bahsetmek istiyorum bu gece; yazıyor olmanın özgürlüğünden, okunmanın kısıtlamalarından, yalnızlıktan, zayıflıktan, cesaretten. Kelimelerimi düşürmüşüm ama, bulamıyorum bir türlü; yatağın altına baktım yok, masanın altında yok, yastığın altında da yok... Zaten bunca eşyanın, bunca insanın ve gürültünün arasında zor bulunur onlar, küçüktürler çünkü ve tek başlarına görünmezler pek, önemsizdirler yalnızken. Bir ihtimal cümlelerimi takip edelim, belki onlar götürür bizi yuvarlandıkları ve gözden kayboldukları yere.

Bu arada sessizliğin bir türlü sahip olamadığı mahremiyetinden bahsedelim, bir türlü ulaşamadığımız o mutlak suskunluklardan, bizi bir türlü yalnız bırakmayan, dinlenmemize izin vermeyen o içimizdeki seslerden.

Ben gürültülerden, konuşulanlardan ve yaşanılanlardan sıkılıp "Biraz kafamı dinlemek istiyorum!" diyen insanları pek anlayamıyorum. Kafamızın içinde çok daha büyük gürültüler olabiliyor çünkü, çok daha fazla insan konuşabiliyor orada, çok daha yoğun yaşantılar olabiliyor.

Aklımı stadyuma benzetiyorum ben; düşüncelerim futbol maçına gelmiş binlerce insan gibi birbirini tanımadan aynı şeye gönül verebiliyor; birlikte seviniyor, birlikte bağırıyor veya birlikte sövüyor. Bir yandan da belki de birbirini sevebilecek düşünceler sırf farklı takımları tuttuklarından, farklı düşünceleri savunduklarından, doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız olduklarını önemsemeden zıtlaşıyorlar ve bağırışıyorlar, kavga ediyorlar. Üstelik sonuca hiçbir etkileri olmadığını bile bile yapıyorlar bunu, her şey onların kontrolünden uzakta, hayatıma dokunan veya dokunmasını istediğim oyuncular arasında olup bitiyor. Ben burada hakem olarak görüyorum kendimi, hem de kötü bir hakem olarak çünkü hata yapan oyunculara ceza verme ve hatta onları hayatımdan atma yetkim olmasına rağmen yapamıyorum her zaman bunu, bazen bu hataları göremiyorum bile, bir de taraf tuttuğum da olabiliyor.

Altın günlerine de benzetebiliyorum aklımı; düşüncelerimin tek amacı eğlenmek ve dedikodu etmek olabiliyor. Zaman zaman çok yakın oluyorlar, her şeylerini paylaşıyorlar ve zaman zaman da ilişkileri sadece hal hatır sormakla sınırlı kalıyor. Belli bir konu olmuyor konuşulan; bir yanda havadan sudan bahsediliyor, bir yanda bir tanıdık hakkında yorumlar yapılıyor, bir yanda kek tarifleri paylaşılıyor. Sonuç olarak belli bir amaca hizmet etmeden, belli bir sonuç hakkında çıkarım yapmadan yeyip, içip eğleniyor ve sonra evlerine çekiliyor düşüncelerim. Gün geçirilmiş oluyor keyifle, meşgul edilmiş oluyor bedenler ve akıllar.

Yok kelimelerim, bulamıyorum işte! Yapamam ben onlarsız, kelimelerim olmasa o hep rahatsız edilen sessizliğin mahremiyetine ulaşıp onunla konuşurum bu kez veya cama vuran yağmur damlaları boş aklıma düşüp oymaya başlar usul usul beynimi.

Yoklukları küflenmeye başladı artık, cesaretimi kaybediyorum. Bulsam söz bir daha sıradan bedenler için sarfetmeyeceğim onları ve sıradan akıllara bırakmayacağım. Ah bir bulsam... bir bulsam.

Korkuyorum; ya oradan oraya telaş içinde koşan insanların ayakları altında ezildilerse, yaralarından aktıysa hisler boşa. Suçlayamam da kimseyi, sormazlar mı bana; madem bu kadar önemliydi özel bir yere neden koymadın diye. Ne yapayım, bu aralar aklımın bir köşesi çatlak ve sızdırıyor, tamirci bulamıyorum. Sormazlar mı; neden çarpıştırdın ki aklını bir başkasıyla, neden gönlün yakın olsun diye birbirlerine uymayacak iki zıt aklı bir araya getirdin ki. Suçlayamasam da en azından ilgililer, bu konuda bir açıklama yaparlardı değil mi, kayıtlara ve hayatımdaki kayıtsız hayatlara bakarak, kimlerin kelimelerimi acıttığını ararlardı değil mi?

Yanıtsız sorular; çıplak, soğuk ve pembe. Evet, evet; yumuşak bir pembe.

Tüm teselliler çığlık çığlığa kaçıp gitti.

Biraz dinleneyim diyorum ama sessizlikte boğuluyorum, yutuyor içimdeki zalim boşluk beni. Ruhumun suyu buharlaşmış, yağmur olup yağmaya hazırlanıyor. Geriye kalmış tuz, yaralarımı yakıyor. Kelimelerim gelse de yağmur yazsam onlarla veya kana kana içebileceğim litrelerce suya hayat versem de biraz durulsa acılarım, serinlese canım.

Sanırım öleceğim kelime kaybından, gözlerim kararmaya başlıyor. Kayıp kelimelerime gömsünler beni, çürüyemem orada, yolculuk ederim, uzak ve el değmemiş uygarlıklara gider belki oralarda inerim.

Uyuyayım diyorum ama kelimelerime kavuşana kadar bana rahat yok, ne kadar sürerse sürsün devam edecek cümlelerimi takibim ve biliyorum; bir şekilde onları bulacağım, belki sarhoş olacağım onlarla yudum yudum belki de yepyeni bir rüyaya uyanacağım. Kokularını ciğerlerime dolduracak ve arındıracağım içimi kirli acılardan. Açlığımı dindireceğim özlediğim tatlarıyla. Sonra onlarla dünyanın en küçük köyünü gezmeye çıkacağım, ne istiyorlarsa alacağım dünyanın en küçük paralarıyla. Yorulacağız kısacık sokaklarında yürümekten ve en sonunda gece birbirimizde dinleneceğiz, yokluklarında neler yaptığımı yazacağım ve neler yapamadığımı, nasıl olup da yapamadığımı...







28 Mart 2012 Çarşamba

Hayat Gülsün Size

Ben sahip olduklarımı yazan bir insan olmadım, belki de bu yüzdendir hep acıyı, gözyaşlarını ve aşkı yazışım. Bugün farklı bir şeyler yapmak istiyorum; ben bugün annemi yazacağım.

Hayattaki en değerli varlıklarımdan biri o ama ben bunu ona hiç söyleyemedim çünkü biliyorum ki; ağlayacağım ve o da ağlayacak. Ağladığında ona dokunamıyorum ben hiç, pek çok insan için omuz oldum ama anneme yaklaşamıyorum gözyaşlarını gördüğümde çünkü biliyorum; ben de ağlayacağım ve o daha çok ağlayacak.

Bugün neden onu yazdığıma gelince; yazmış olduğu şiir kitabını aldım yine elime. Biliyordum; ağlayacaktım.

Sayfalarının arasında annemi aslında tanımıyor olduğumu hissettim, ben ona dokunamıyordum, o başkasıydı bir nevi. Onun duygusal, sevgi dolu ve kırılgan olduğunu biliyorum ama tarif edemediğim bir şekilde onun bende eksik olduğunu duyumsadım. Acaba o da benim yazdıklarımı okuyunca böyle düşünüyor mudur, diye merak ettim. Muhakkak düşünüyordur. Kendimi savunmam gerekiyor ama; ben hissettiklerimi pek fazla yazan bir insan değilim, şiir ise tamamen hisler üzerine kurulu.

Merak ettim annemi, yazarken neler hissettiğini merak ettim. Aslında insan yazarken pek dışarıya farkettirmiyor ama yine de o halini görmek isterdim, kalemle buluştuğu halini yani. Tek tek irdeledim şiirlerini, okudum, özümsemeye çalıştım. İnsanın tanıdığı - tanıdığını sandığı mı denmeli - birinin yazdıklarını okuması garip bir olgu; bazı noktalarda kelimelerini karşındakine konduramıyorsun çünkü.

Annemi okudum, şiir yazan annemi...

Bir ara öyle kıskandım ki; yazmayı bırakacak noktaya geldim ama yazmak terkedip gidebileceğim bir edim değil. Yıllar yılı o da yazıyor olmalı, o da içindeki şiir yazan annemi hiç terkedememiştir sanırım. Hala yazıyordur, garip geliyor bu durum bana, acaba ona da benim yazıyor oluşum garip geliyor mudur? Acaba benim kendimi onda görüyor olmam gibi bazı mısralarında, o da kendini benim yazdıklarımda buluyor mudur?

Ben sevginin gerçeğini,
Yücesini,
En güzelini anlattım
Sen anlayamazsın...


Ben mısralarımda
Güzelliği,
Sevgiyi
Ve seni yazdım
Sen tanıyamazsın...

Bu şiirini çok sevdim, onun da benim yazdıklarımda 'şu gerçekten çok güzel' dediği bir parça var mıdır?


Bir gün daha akşam oldu senden uzakta.
Sen kim bilir nerede, ne haldesin. 
Ben fakir penceremde oturmuş seni düşlüyorum.

Annemi fakir penceresinde oturmuş birini düşlerken gözümün önüne getiremiyorum, demek ki bu annemin bilmediğim yanlarından biri.





20 Mart 2012 Salı

Bu kez başlık koymayayım; yalnızlık, ailem ve büyümekle ilgili bir şeyler işte.

Ben büyümüşüm, bu sabah anladım; annem üzerimde sadece atlet varken çıkma dışarıya çıplak çıplak ayıp, dediğinde, kardeşimin saçları başkaları tarafından taranıp bağlanırken aynanın önünde rimel sürüyor olduğumda, onun okula gidişi hala fotoğraflanacak bir olayken bana sadece güle güle dendiğinde anladım. En çok da yalnız kalmak istemeye başlamamdan çünkü ben ağladığımı, durup dururken kahkaha attığımı, sinirlendiğimi veya korktuğumu kimse görsün istemiyorum.

Bu sene hiç yalnız kalamadığımı farkettim; üniversitede yurt odasını biriyle paylaşmak, evde kardeşimin odasına taşınmak yazacağım zamanları elimden alıyor. Hafta içi ya dersteyim ya birileriyle yemekte veya odada arkadaşımla, hafta sonu da ailemleyim ki ben ailemi her zaman yazma edimine tercih etmişimdir, bu sebepten hafta sonu koşa koşa gidiyorum onlara ama şu hafta içi edebi kişiliğim benden hep uzak kalıyor ya, onu çok özlüyorum.

Altı aydır yazma ediminin beni ziyarete geldiği tek yer vapurda geçirdiğim kırk dakika, haftada yalnızca seksen dakika defterimle buluşuyorum. Yanlış anlaşılmasın; ben yedi gün yirmi dört saat yazıyorum, aklımda kelimeler bir o yana bir bu yana uçuşup duruyor hep, defterim de her zaman çantamda ama bir türlü boş bir vakit bulup kağıda dökemiyorum, yalnız kalamıyorum. Bazen hafızamdan uçup gitmesin diye günlerce tekrarladığım cümleler oluyor aklımda, bazen dakikalar içinde kaybolup gitmelerine engel olamıyorum. Benim için bu denli değerli olan şeyleri yitirmek gerçekten çok üzücü. 

Ben büyüyorum evet, bu dünyadaki on dokuzuncu yılımı bitirmeme bir aydan az kaldı. Eğer büyümek yalnızca yaşının artması, senelerin hayatından geçip gidiyor olmasıysa ben büyüyorum. Öyle değil ama, geçen bün kart başvurusu yaparken (kart benim adımayken bile) hanenizde kaç çocuk var sorusuna iki, dedim, hala oyuncak reyonu dünyadaki en sevdiğim yer ve hala atlı karıncaya binmek istiyorum, babam izin verse hala omuzlarına oturabilirim ve annem sürpriz yumurta alsa akşam eve gelirken, sevinebilirim. Hala televizyondaki en sevdiğim programlar çizgi filmler, ayrıca şu Samuray Jack artık kendi zamanına dönebilir mi, çok uzadı onun macerası, bir de itiraf ediyorum; Skipper'a gerçekten aşığım ve insanlarla penguenlerin evlenemeyeceği gerçeğini kabullenmek istemiyorum, sonuçta buna engel olan bir yasa yok.

İşte böyle; ben büyüyorum ama aslında hiç büyümüyorum, hala annemin ve babamın ufak kızlarıyım ve buna bayılıyorum. Onlar yanlarında kendim hissettiğim tek insanlar, bir nevi yalnızlık onlarla olmak çünkü biz öyle bir ve aynıyız ki sanki tek kişi gibiyiz ama dediğim gibi; bir nevi çünkü insan aslında hiç yalnız kalamıyor, en basitinden hep kendi eşlik ediyor ona.

Nedendir bilmem ne zaman ailemi yazsam gözlerim doluyor ama ağlayamıyorum çünkü söylediğim gibi; yalnız kalamıyorum, şu anda feribottayım ve hemen yanımda cam tarafına geçmek için izin istediğim yaşlı amca oturuyor, hayatıma dokundu ve şimdi benim tarafımdan yazılmaya mahkum, o hiç bilemeyecek ama işte tam burada, tam yarım saattir elinde oynayıp durduğu tesbihiyle ve garip şapkasıyla yaşıyor, tam burada; benim kelimelerimde.

Bu aralar böyle dağınığım işte bir de, karmaşık ve düğüm düğüm düşüncelerim çünkü hiç yalnız kalamıyorum kendimle. Geçen gün ekonomi dersinde bulunduğum an ve zamandan kopup tam on iki sayfa yazdım. Hem de nasıl yazdım biliyor musunuz; bölük pörçük, kopuk, bir cümlem bitmeden aklıma gelen bir başka cümle yırtındı beni de yaz, diye. Devamlı bir yanda kelimelerimi yarım bırakıp diğer bir yanda başka kelimelere hayat verdim. Sanırım bu durum bir saat ekonomi dersi işlemekten daha yararlı oldu benim için ve bana daha çok şey kattı. Tabi tam emin değilim çünkü anlatılan konunun ne olduğunu dahi bilmiyorum. 

Toparlıyorum; yalnız kalamıyorum ben, büyüyorum ve ailemi çok seviyorum. Yazdıklarımın ana fikri bu işte. 

Bu arada kırk dakikanın sonuna geldik, Cuma'ya kadar defterime hoşçakal, diyorum. Muhtemelen ben yolda bu yazıya daha pek çok şey katacağım, bazılarını unutacağım veya cümleleri kafamda tekrarlamaktan ağrılar girecek başıma. Bilemiyorum... 

Vapurdan son inen kişi olmak pek de fena bir şey değilmiş, bir de bu kız ne yapıyor hala, diye garip garip bakan çalışanlar olmasa, gerçi yavaş yavaş orada burada, yolun ortasında çat diye durup, bir şey söylerken birden susup defterimi çıkarıp yazarken bana bakan gözlere alışmaya başlamadım değil...

19 Mart 2012 Pazartesi

Sensizlik Esiyor Yüreğimde


Hiç bir ağacın altına girip havaya baktın mı sevdiğim, güneşin yapraklardaki dansını seyrettin mi? Bana seni hatırlatıyor, uzanıp sana dokunabilecekmişim gibi hissettiriyor. Bulutlar sadece bir ağaç boyu ötedeymiş gibi geliyor, içerinde yok olabilirmişiz, huzuru ve mutluluğu bulabilirmişiz gibi…

Hiç çimenlere oturup elinin altında hissettin mi karmaşık yumuşaklıklarını, dört yapraklı yonca aradın mı aralarında? Bana seni hatırlatıyor; onca insanın arasında seni bulduğum için ne kadar şanslı olduğumu gösteriyor.

Hiç güneşte uzun yürüyüşlere çıktın mı sevdiğim, teninde sıcaklığını hissetin mi, yarı kapalı göz kapaklarının ardından baktın mı etrafa? Bana seni hatırlatıyor; bana olan yakınlığını, bu yakınlığı kaybedersem devam etmekte nasıl zorlanacağımı anlatıyor.

Hiç denizin sesini dinledin mi uzun gecelerde, rüzgârla karışıp sessizliği delen o büyüleyici sesin ahengine kaptırdın mı kendini? Bana seni hatırlatıyor; dokunuşlarını duyumsatıyor, her şeye rağmen bir bütün olabileceğimizi müjdeliyor.

Hiç sıcacık kumlara ayaklarını bastın mı sen, yandığın için gölgeye koşma ihtiyacı hissettin mi? Bana seni hatırlatıyor; canımı yakıyor olsa bile seninle olmak, aşkına sahip olmak, yine de sana gelmek istediğim gerçeğini yüzüme vuruyor.

Sen hiç suskunluğunda şarkı mırıldandın mı peki, beyninde notaların sıralanmasına izin verdin mi? Bana seni hatırlatıyor, yokluğunda bile sana ihtiyacım olduğunu, beni üzsen bile seninle olmak istediğimi kabul ettiriyor.

Sen hiç yağmura çıktın mı sevdiğim; bedeninin yağmur damlalarınca ıslatılmasını normal karşıladın mı? Bana seni hatırlatıyor; bana ait olmasan bile sana ait olduğumu fısıldıyor.

Sen hiç beni yaşadın mı; bana rağmen beni yaşadın mı? Bana bizi hatırlatıyor; içinde bulunduğumuz imkânsızlıklara rağmen birbirimizi sevebileceğimizi kanıtlıyor.



Şimdi geleceğimin geçmişiysem eğer, gelecekteki ben için dün’sem, ilk şansım olan bugün, yarınım için doğruyu yapacağım...

              
İkinci romanımın önsözü...
        

14 Mart 2012 Çarşamba

Ben Bu Şehri Gece Seviyorum

Ben bu şehri geceleri seviyorum, yolları sokakların aydınlattığı kadarıyla görmeyi, gölgemin bir o yanda bir bu yanda belirmesini... Havaya sinmiş o duman kokusu var ya hani, onu seviyorum. Ben bu şehri geceleri seviyorum.

Serin rüzgarı yararak yürümeyi, üşümemeyi ama tenimde o serinliği hissetmeyi seviyorum. Karanlıklarda kaybolmayı seviyorum, saklanan diğer şeyleri merak etmeyi. Işıkların altında oturanları seyretmeyi seviyorum.  Ben bu şehri geceleri seviyorum.

Boş sokaklarda sabahlara kadar yürümeyi seviyorum, kimse beni bulamayacakmış, görmeyecekmiş gibi bir başıma olmayı. Hiçkimseymişim gibi, kimse beni aramayacakmış, sormayacakmış, merak etmeyecekmiş, gibi yok olmayı seviyorum. Ben bu şehri... bu şehri geceleri seviyorum.

Gölgeler tarafından yutulmayı, sokak lambalarının altında yeniden doğmayı seviyorum. Nereye gittiğini bilmediğim yollara dönmeyi ve belirsizliklere koşmayı da. Başımı kaldırıp baktığımda yıldızlardan bir yorganın üzerimde olmasını seviyorum.

Ben gecenin sesini seviyorum; tam seçemediğim, şekillerinden, renklerinden emin olamadığım taşların üzerinde yürürken çıkan sesi seviyorum, tek tük geçen arabaların vızıltısını, yer yer suların çağıldamasını, zaman zaman karşılaştığım insanların adımlarını. Ben bu şehri geceleri dinlemeyi seviyorum.

Ben gecelerin sessizliğini seviyorum, kalabalığın olmamasını, bir de konuşmaların ve gürültünün... Ben bu şehrin uyumasını seviyorum ve aslında bir yerlerde yeni uyanıyor olmasını ki ben oraya hep uzağım. Ben bu şehri geceleri seviyorum.

Ben geceleri yürümeyi seviyorum, konuşmayı kendimle ve yazmayı. Uykusunda bu şehri dinlemeyi seviyorum, rüyalarına konuk olmayı... Ben bu şehri geceleri seviyorum.

Yalnızlığımı, karanlığımı seviyorum. Ben bu şehri, kendimi geceleri seviyorum.

Ben... ben seni de geceleri seviyorum. Yüzünü görmeden, loş ışık altında sadece seni hissetmeyi seviyorum, sende yok olmayı ve teninde kaybolmayı, nefesinde ısınmayı seviyorum. Ben bu şehri geceleri seviyorum... Ben geceleri seviyorum. 



13 Mart 2012 Salı

Yazamıyor olduğum gerçeğini yazıyorum

Ben bu aralar yazamıyorum pek. Öyle çok şey var ki aklımda, bir türlü tek bir noktaya, tek bir konuya kilitleyemiyorum kalemimi. Kelimelerim dağılıyor hep, başladığım cümleler istediğim yerde bitmiyor. Hep tanımsız ve anlamsız, sahipsiz satırlarımdakiler. 

Ne kitaplarıma ekleyebiliyorum ne deneme olarak paylaşabiliyorum kalemimden dökülenleri, not defterimde gelecekleri belirsiz bekliyorlar. Benden öyle çok parça ve duygu taşıyor ki kelimelerim, öyle çok bana aitler ki; kimse okusun, kimse beni bilsin istemiyorum. Korkuyorum, boş kağıtlara bakmaktan, mürekkebe yaklaşmaktan. Kendimi çok fazla anlatmaktan korkuyorum, hislerimi dışa vurmaktan. Ben tanınmaktan korkuyorum, insanların beni anlayabilecek olmasından...

Yazmam için boş olması gerekiyor aklımın, içimde kocaman bir hiçliğin kol gezmesi gerekiyor. Cümlelerime girmem, yeni kimlikler bulmam, yeni karakterler yaratmam gerekiyor. Bana ait olmayan bir hayatı yaşamam, gerçek olmayan insanları sevmem, hissetmediğim duygularla ağlamam gerekiyor. Benim, ben olmamam gerekiyor...

Hiç çözülemeyecekmiş gibi görünen bir karmaşıklık içerisindeyim. Düşüncelerim düğüm olmuş gibi, aklıma kargaşa hakim. Ben bu aralar bir türlü benliğimden çıkıp başkası olamıyorum, kimliksiz kalamıyorum. Bu aralar hissettiklerim daha yoğun olduğundan mı yoksa uçucu olduklarından mı bilinmez, kazıyamıyorum içimden.

Ben yazamıyorum, bu aralar yazamıyorum. Bu yüzden yazamadığımı yazdım çünkü ben aslında hep yazıyorum, her dakika ve her yerde...  


8 Mart 2012 Perşembe

Sanki ben...

Ben kendimi tanıyamıyorum, benliğime sahip çıkamıyorum. Aynada baktığım ben değilim, yaptıklarım, gördüklerim bana ait değilmiş gibi. Sanki... sanki tüm bu olanları ben yaşamamışım gibi. uzanıp dokunamıyorum, yokum. Yokum ben.

Öyle yabancı ki gözlerim, bakışlarım, dokunuşlarım... Parmaklarımın altında hissettiğim şeyler, benden kilometrelerce uzak. Sanki duygularım,düşüncelerim bana ait parçalar değil. Tenim, bedenim, sanki ben, ben başkasıyım. 

Bu acıyan kalp, başkasına ait gibi geliyor, acıyı ben çekmiyor gibiyim. Emanet gibi hislerim. Ellerim bir beden küçük, ruhum büyük, sığmıyor içime. Sanki başkasına gitmek ister gibi, başkasının gibi; eğreti duruyor üstümde. Yaşadıklarım, düşündüklerim, hislerim eğreti duruyor. Bakışlarım, tebessümlerim eğreti... 

Ben kim olduğumu artık bilemiyorum, tanıyamıyorum. Bana ne oldu böyle, ben nasıl kendimden uzaklaştım, nasıl kendimi tanıyamayacak hale geldim böyle. Aynada baktığım, şu an gördüğüm ben değilim, karşımdaki gözlerden akan yaşları görünce sadece hiç tanımadığım biri ağlıyor diye düşünüyorum. Ben, ben yokum, kayboldum, ufaldım, çürüdüm... 

'Bir Ölünün Hayatı' isimli üçüncü romanımdan...

Resim tasarım; Gizem KAYAHAN - 2010

28 Şubat 2012 Salı

Bu gece...

Bu gece öyle yakınım ki ona... Öyle yakın; nefesini hissedebiliyorum, kokusunu duyumsuyorum, kalp atışlarını duyabiliyorum. Ve bir o kadar uzağım; dokunamıyorum, hissedemiyorum.

İçim acıyor, kalbim ağlıyor sanki... Ben asla ama asla sevdiğime sahip olamayacak olanım, asla ona ait olamayacak olan.

O ve ben, biz değiliz. Ben hiç kimseyim, varlığım yok, ben yokum.

Üşüyorum, titriyorum. İçlerinde kaybolmak istediğim kollarına bakıyorum da; keşke bedenimi sarsalardı şimdi, ısısını paylaşsaydı benimle.

Saçlarını okşamak istiyorum, üzerini örtmek bir de.  Ağlıyorum... ağlıyorum... ağlıyorum, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Uyanmıyor; sesim bile yok, ulaşamıyor ona. Bir gün ulaşacak mı biri, bir başkası dokunacak mı tenine? Bana kimse dokunamıyorken, onun başkasına kendisini verecek olması, belki de sevecek olması garip geliyor, şaka gibi hatta, komik. Keşke sonsuzlukta bile benim olsaydı, dilediğimce sevseydim, özümseseydim onu. Keşke biz bir olsaydık; tek beden, tek ruh. Keşke biz, biz olsaydık...

Sabaha kadar ağlıyorum, gün ağarana kadar. İlk ışıkları izliyorum. O hala uyuyor, yalnızım, keşke güneşin bizi yavaş yavaş aydınlatıyor oluşunu paylaşabilseydik.

Pencere pervazında iki tane kumru görüyorum, bir ara pencereyi açıp onlara yiyecek bir şeyler veresim bile geliyor, dışarısı soğuk ve yağmurlu. Bir süre sonra gözden kayboluyorlar, onları bir daha görebilecek miyim diye merak ediyorum.

Saat ona doğru açıyor gözlerini, yataktan kalkıyor, duşa giriyor. Ben orada yokum, o yalnız ve hissiz; gün kadar soğuk ve yağmurlu. Hiçbir şey söylemiyorum, söyleyemem.

Nasıl da uzağım ben ona, nasıl da yabancıyım, hiç kimseyim ve hiçbir şey. Ne duygularım var, ne bedenim... Ne gözyaşlarım, ne tebessümlerim. Konuşamıyorum, sessizim, kelimelerden yoksun ve... ve yokum işte. Ben yokum. Baktığı ama göremediği yerdeyim.

Bazen aklıma düşüyor yanında olmadığım gecelerde, yanında olamadığım gecelerde, Sakar şey, hep düşüyor. Acaba o da beni düşünüyor mudur, diye sormadan edemiyorum, acaba aklına getiriyor mudur beni ya da belki istemsizce konuk oluyorumdur düşüncelerine. Aklında olmayı gerçekten çok isterdim, yaptıklarında ve baktıklarında beni aramasını, ve özlemesini...

Seviyorum onu, yanında olmayı. Her ne kadar o beni hissedemese de, onda olmayı seviyorum ben. Keşke o da bende olabilseydi... ve benim.


Üçüncü kitabım yazılıyor işte...

21 Şubat 2012 Salı

Yazmak ve yazılmak.

Sen şimdi benimle tanıştın, benim hayatımın bir parçasısın artık. Demek ki yazılman gerekiyormuş... Tarafımdan.

Hiç ismin geçmeyecek cümlelerimde, kim olduğunu yazmayacağım asla ama herkes bilecek ve hep hatırlanacaksın, hayattan göçüp gitsen de, sen hep akıllarda olacaksın. Bir gün benden geçsen bile, benim bir gerçekliğim olarak kalacaksın, hiç unutulmayacaksın.

Sen şimdi benim hayatıma girdin ya, bil ki; yazılacaksın, kelimelerimde hayat bulacak ve bambaşka bir yaşama adım atacaksın.

Bu büyük bir onur biliyor musun; birileri tarafından yazılıyor olmak yani. Ben bunu çok isterdim, özellikle kendim tarafından yazılmayı çünkü sanırım insanın tek yazamadığı kendisi oluyor.

Demem o ki; kıskanıyorum seni, yerinde olmayı diliyorum bazen. Ben ne olduğumu merak ediyorum; kendi gözümde ve başkalarının gözünde.

Kimse düşüncelerini ve hislerini karşısındakine aktarmıyor. Mesela sen, hakkımda gerçekten neler düşündüğünü merak ediyorum, ve neden hayatıma girdiğini çünkü biliyorsun; etrafta bir sürü hayat var ve uğruna bir şeyler hissedebileceğin bir sürü insan.

Keşke sen de beni yazsaydın, sonsuzlukta dahi aklında kalsaydım, kelimelerinde saklasaydın beni ve kimselere vermeseydin.

Sen... Sen şimdi benim hayatıma girdin ya, bil ki; yazacağım olacaksın, sayfalarıma buram buram işleyeceğim, silmeye hiç cesaret edemeyeceğim olacaksın.

Keşke sen de beni, işte aynen böyle yazsaydın...


Vapurda olmak, cam kenarında oturup denizi izlerken yazmak... Çok iyi geliyor.

Bugün

Bugün bir delilik yaptım; hava öyle güzeldi ki; öyle güneşli... Özlem duyuyordum uzun zamandır tenimde güneşi hissetmeye, sıcağa ve üşümemeye. Yazık etmek istemedim, durmadım yurtta, çıktım bindim otobüse, yalnız. İlk defa akbilimi kullandım, ne yapacağımı bilmeden yola bıraktım kendimi. Bir ara müzik dinledim, sonra kalabalığın sesi daha cazip geldi.

Kadıköy'e gittim, oradan Eminönü'ne geçtim, Galata Köprüsü'nde yürüdüm, insanları seyrettim, rüzgarı hissettim... Balık tutanlara baktım. Birkaç parça anım konaklıyordu orada, onlarla selamlaştım.

Oralara kadar gitmemin amacı elbette ki İstiklal Caddesi'nde yürümekti boydan boya. Kendimle kalmak, gezmek, hani o dizilere, şarkılara, kitaplara konu olan sesler var ya; işte onları dinlemek, fotoğrafların vazgeçilmez konuğu olan tramvayı seyretmek...

Ayaklarımın altından kayıp giden taşlara daldı bir ara gözlerim, sonra yanımda benden bir kaç adım ötede yürümekte olan bir çifte baktım bir kaç dakika boyunca. Vitrinleri de kaçırmadım tabi bu arada. Zaman zaman üşüdüm ama güneşle buluşunca geçti.

İşte öyle boş boş yürüdüm, kendi sesimi duymadan, adımlarımı saymadan, geçen zamana aldırmadan. Telefonum çaldı bir ara, açmadım. Rahatsız edilmek istemiyordum, koca dünyada sadece ben ve ben varmışız gibi.

Bir yere oturdum sonra, hem kahve içeyim hem de biraz yazayım dedim. Garson gelip ne istediğimi sorunca yan masadakilerin ne içtiğini öğrenip aynısından istedim. Hiç tanımadığım hatta daha önce hiç görmediğim iki insanın zevkine güvendim. Sonuç olarak beğendim ama açık konuşmak gerekirse ne olduğunu bilmiyorum, umarım oraya tekrar gittiğimde yan masadakiler yine aynı şeyi içiyor olur.

Yazdım, yazdım ve yazdım. Sayfalar dolusu yazdım. Yazmak için yaşamak gerekiyormuş. Ben hep yaşananların yazılmasına karşı olmuşumdur, cümlelerde çok fazla yazardan iz olduğu için, kelimeler yazarı deşifre ettiği için ama zaten demek istediğim; yaşanılanların yazılması değil, yazmak için yaşama olayı.

Ve evet, işte günüm böyle geçti diyemeyeceğim. Aslında böyle geçmesini isterdim ama istenilenlerle yapabildiklerimiz farklı oluyor hep. Tercih etmek istediklerimizle seçtiklerimiz uyuşmuyor. Bazen olmuyor, hayallerimizle gerçekleştirebildiklerimiz ufacık bir yerde de olsa tutmuyor birbirini.

Ben bugün yakın bir arkadaşımla yirmi dakika uzaklıktaki bir alışveriş merkezine gittim. Dedikodu ettik, alışveriş yaptık. Oje aldım, bir de kazak. Güldük, eğlendik. Bir yere oturup kahve içtik. Ben arkadaşımın tercihine güvenip onun istediğinden aldım.

Saat ona doğru alışveriş merkezinin kapanacağına dair anons gelince kalktık ve yurda geri döndük. Şimdi yazıyorum bunları, odamda oturmuş bugünkü hislerimi, edindiklerimi yazıyorum. Yarın da oda arkadaşımla Cadde'ye gitmeyi planlıyoruz. Bilemiyorum, sanırım bu aralar hiçbir şey düşünemeyecek kadar kimsesiz ve bir o kadar da kalabalıklarda kalmaya ihtiyacım var...

17 Şubat 2012 Cuma

Bugünüm...

Ben şimdi hiç hayal etmediğim bir yerdeyim. Hiç bilmediğim, tanımadığım, benden farklı hayata sahip bir kızla, bana çok uzak bir adres olan bir üniversitenin kafesinde oturmuş, dışarıya bakıyorum; yıllarca gözlerimin önünde olacak bir manzaraya, yıllarımı birlikte geçireceğim, artık arkadaşım, dediğim insanla.

Hayat nasıl da sürprizlerle dolu, nasıl da beklenmedik gelişmeler verebiliyor bizlere. Yürüdüğüm bu yol, bu kızla, burada kesişti. Artık biz birbirimizin hayatındaki etkenleriz, derslerimizi, dertlerimizi, sevinçlerimizi paylaşıyoruz. Belki de ben ilk defa, kendime anlatamadıklarımı anlatıyorum ona, onunlayken kendimi kendim gibi hissettiğim zamanlar oluyor.
...


Ben beni sevmeni seviyormuşum, yanımda olmanı, elimi attığımda seni bulmayı, aradığımda sesini duymayı... Ben seninle olmayı seviyormuşum, dertlerimi paylaşmayı, ağladığımda omzunu bulmayı, seninle gülmeyi...

Sensizliği istemek benim en büyük hatalarımdan biriymiş, yeni anlıyorum; yeni ve çok geç... Seni sevmiyor olsam bile, birlikteliğimizi seviyormuşum ben. İhtiyacım olan da bu zaten; sevmek değil de sevilmek. Sevilmeye ihtiyacım var, keyfim kaçtığında yanımda olabilecek birine bir de.

Varlığını seviyormuşum, hayatımda olmanı...
Bana değer vermeni seviyormuşum ben, birinin hayatında önemli olmayı.
...


Bugün bunları yazdım; dersten derse koştururken, sohbetlerim sırasında, hatta bir ara sinirlendiğimde. Devamını getiremedim, bitiremedim. Hani bazen yaşananların sonu görünemez ya, sonrasında ne olacağı bilinemez, yarım kalır hisler, düşünceler, başlar ama bitmez hikayeler.
Şu anda olduğu gibi.
...