29 Ocak 2012 Pazar

Bir şarkıydı seni yazmak...

Bir şarkıydı seni yazmak; ağlayan keman, çığlıklarını duyurmaya çalışan piyano.

Sıraladım art arda notalarını, sözlerini kondurdum sonra.

Çok canım yandı seni çalınca, melodin kalbime ulaşınca. Çok gözyaşı döktüm, nağmelerin yokluğa karışınca.

Ve evet, gerçekten de bir şarkıydı seni yazmak sevgilim. Sadece tek bir şarkıydı. Seni yazmak yalnızca bir kaç dakikamı almıştı.

Ben, sanırım çok şey istiyorum.

Hayatlar vardır; kenarına, köşesine tutunduğun. Hayatlar vardır; ortak olduğun, merkezinde bulunduğun. Bunu biliyordum.

Ben, istemsizce yer edinmiş olduğum bir hayatın kıymetini bilmeyip, bir başka hayata sahip olmayı arzuluyorum, bir başka hayatın da vazgeçilmezi olmayı.

Ben sanırım çok şey istiyorum. Bazı şeylere aynı anda sahip olamazsın çünkü. Bazen sırf bir adım daha atabilmek için, ayağından vazgeçmen gerekir. Bunu biliyorum. Ve bazen, bilmeyi hiç sevmiyorum.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Ve ben;

Ve ben o an başkası gibi davrandığımı farkettim. Hemen durdum ve olduğum kişiyi aramaya koyuldum yeniden...


Aradım... Aradım...


Sonra sordum kendime; ben kim olabilirim ki? Neden başkasına ait dediğim davranışlar benim olmasın, başkası dediğim kim? Neden bu yaptıklarımı kabul edemediğimi sorguladım, her şeyi doğru yapmam gerektiğini hissettiğim için mi, mükemmel olmam gerektiğinden mi? Neden ben hata olmayayım, hatalar yapmayayım...


Sonuç yok bu kez; giriş, gelişme ve nokta. Söylediklerimi hiçbir yere bağlamayacağım. Böyle işte; ben başkası gibi davrandığımı farkettim ve oturup kim olduğumu sorguladım. Hepsi bu.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Bizim aşkımız...

Eroin gibiydi bizim aşkımız, hata olduğunu bile bile çektik içimize, uçtuk, bu dünyayı unuttuk, vazgeçemedik hiç, aradık bulduk, tekrar tekrar sahip olduk.

Ölümdü bizim için, bunu ayık kalabildiğimiz zamanlarda anlıyorduk; yavaş yavaş ve acısız bir ölüm. Bile bile içtik, içince bilemedik.

Yokluğu krizler getirdi bize, dayanamadık, kurtulmak için çabalayamadık. Bizi iyileştirebilecek olanlara güvenemedik., iyiliğimizi isteyenleri bilemedik. Sırf uyuşmak için vazgeçtik çevremizdekilerden.

Şimdi aşkımız yokken daha kalabalık geliyor dünya, ayık olduğumda insanların yüzüne daha rahat bakabiliyorum, arkadaşlarımı bulabiliyorum.

Bazen özlüyorum, çekiyor canım ama kendimde olduğum sürece uzak durabiliyorum, krizlerim azalıyor yavaş yavaş, temiz olmak hoşuma gidiyor.

Bir yandan da hafif, hatta boş hissediyorum galiba kalbimi aşkımızda kaybetmişim, bulursan getirebilir misin ya da mümkünse postayla gönder çünkü tahmin edersin ki yokluğun rehabilite olmakta olan bana hiç iyi gelmiyor.

22 Ocak 2012 Pazar

Ben neden yazıyorum?



Yazma edimi konusunda gerçekten çok düşündüm, neden yazdığımı, neden yazabiliyor olduğumu sordum kendime bir çok kez. Bu soruyu başkaları da yöneltti bana; neden yazıyorsun, seni yazmaya iten şey ne...

Gerçekten çok düşündüm. Her şeyin başladığı yere yolculuk ettim; o gece odama uğradım, duygularımı irdeledim, neler hissediyor olduğumu anlamaya çalıştım, aklımdan neler geçiyordu, neler düşünüyordum...


‘Rüzgar’ dedim önce; o gece bana dokunan rüzgar yazma edimini bana bahşetmiş olmalıydı, ilhamım oydu. Bana getirdiklerini yazdım, yolculuğunda neler gördüğünü resmettim kelimelerimle. Onunla dost oldum, ben de sırlarımı paylaştım, yaşanmışlıklarımı anlattım, belki bir yerlerde başkalarına da benden bir şeyler götürür ümidiyle.


Sonra farkettim ki; sıcak yaz gecelerinde yaprak kıpırdamazken yazdıklarım da oldu; rüzgarın yokluğunu duyumsamadan yazdıklarım... O halde tek neden rüzgar olamazdı, ‘gece’ miydi o zaman, bana ilham veren karanlığın çağrısı mıydı, sonsuz uğultusu mu? Sığındım ona; hatalarımı, yorgunluklarımı, gözyaşlarımı saklamasına izin verdim. Uğultusunda yazdım.


Güneşin doğuşunu izlerken de kelimelerim benimleydi. Aydığınlığın büyüsünde kendimi bulduğum oluyordu. Uyandığım her sabahın beni yeniden yaşatmasına izin verdim. Cıvıldayan kuşlarla, dans eden yapraklarla yazdım, işlerine, okullarına koşuşturan insanlara bakarak.


Gözlerim kapalıyken, kulaklarımda son ses müzik varken de kalemimden dökülüyordu cümleler. Birbiri ardına sıralanmış notalar mı alıp götürüyordu beni yazma edimine, içimdeki karanlık mı yazacaklarımın doğmasını sağlıyordu. Derin bir nefes alıp benliğimi onlara verdim; melodilerin dünyasında buldum kendimi, içimdeki karanlığın tonlarında yüzdüm.

Tüm bunların yokluğunda da yazabiliyordum ama ben. Bir sonraki tahminim ‘yalnızlık’tı bu yüzden. Kendimleyken kimseden korkmama gerek olmayışıydı, hislerimi rahatça dışa vurabildiğimdendi. Sevdim kendimle kalıp benliğimi dinlemeyi. İçimdeki kalabalıkta yürümek, tenha sokaklarımda dolaşıp boş boş etrafa bakınmak hoşuma gitti. Öyle ki bazen ben bile olmuyordum, kendimi bulamıyordum yazdıklarımda.


Ailemleyken de yazıyor olduğum gerçeği bu tahminimin de yanlış olduğunu gösterdi. ‘Ailem’ dedim o zaman, ‘sevdiklerim.’ Sarıldım onlara, tebessümlerinde kendimi kaybettim, kahkalarımızda kendimden geçtim. Onlarla uyanmak, onlarla aynı masaya oturuyor olmak kutsal gibiydi. Hissettiklerimle hayat verdim kelimelere, duyumsadıklarım malzemem oldu. Hiç kaçmadım onlardan, hiç yadırgamadım barındırdığım duyguları, yoklarmış gibi davranmadım asla. Kullandım hep, kelimelerime yön verdi gözyaşlarım, sevinçlerim, korkularım...


Hissetmediklerimi de yazdım ama ben. Hissizliklerimde yazdım. Başkası olup yazdım, kimliklerimi değiştirdim, arkadaşlarımı yarattım, sevdiklerimi kurguladım. O halde sebep, ‘ben’ dediğim varlığın aslında olmayışıydı. Yazarken ‘ben’i kaybetmemdi. Bu iyiydi çünkü, cümlelerimde yoktum ben, izlerimden arınmıştı hikayelerim, kimliğim hep saklıydı.


Kimliğime ait olan kelimelerim de var ama benim. Yaşanmışlıklarımı, doğrularımı, yanlışlarımı, hatalarımı, başarılarımı da yazdım ben. Anılarımı da, hayallerimi ve daha neler neler yazdım benimle ilgili. O halde sebep ‘kişiliğim’ mi, ‘benliğim’ mi? Özümsemeye çalışıyorum kendimi, ne olduğumu anlamaya çalışıyorum, yazma edimini hangi köşemde bulduğumu öğrenmeye çalışıyorum. Kendimle tartışıyorum, konuşuyorum. Bazen ikimiz de sus pus oluyoruz. Belki de yazma edimini bana veren, diğer ‘ben’dir, benim aslında birden fazla olmamdır.


Bilemiyorum...


Günlerce ve gecelerce düşündüm. Bir yerden sonra yazmamın sebeplerini aramayı bırakıp, bu edimin sebepleri var mı diye sorgulamaya bile başladım.

Yemek yerken düşündüm, yürürken ve kitap okurken, uyumadan önce, biriyle sohbet ederken... Aklımda hep kelimelerim vardı, kendimle konuşurken devamlı bir yerlere yerleştiriyordum onları, cümleler hayat buluyordu. O halde ‘hayat’ diyebilir miyim ya da ‘yaşam’, gün boyu yaşadığım, gördüğüm, duyduğum her şey benim sebebim, diyebilir miyim?

Bu kadar üzerinde düşünülmüş bir sorunun bu denli basit bir cevabı olabileceği gerçeğini reddediyorum ama. Son derece net ve gerçekçi bir yanıt istiyorum ben, yuvarlanmış, soru işaretleriyle dolu bir sonuç değil.

Bulamıyorum.

Bu yazıya başlarken sonunda gerçek bir cevaba sahip olabileceğimi ummuştum lakin gerçekten bulamıyorum. Tüm bu öne sürdüğüm sebepler hep eksik... veya fazla.

Yazma edimi için söyleyebileceğim son şey; bunun bir dışa vurum olduğudur; bulamadığım o sebepten ötürü birikenlerden kurtulma yolu. Bir çığlıktır o; güçlü ve ürkütücü. Hiçbir şeye benzemeyen tuhaf bir çelişkidir... Yazmak gecedir de... ve gündüz. Kendinizin dışına çıkmanın bedelidir o.

Yazmak pek çok şeydir, siz ne isterseniz odur. Sebepli veya sebepsiz oradadır ve durduramazsınız, başka bir yere itip üzerini örtemezsiniz. Saklayamaz, koruyamazsınız.

Yazmak tehlikelidir çünkü o asla yön veremeyeceğinizdir, sonunu tahayyül edemeyeceğinizdir. Asla vazgeçemeyeceğiniz, sahip olamayacağınız ama hep tanıdık hissedeceğinizdir.

Yazmak gerçekten garip bir şey; anlaşılamayan ve asla anlaşılamayacak olan. İnsanların neden yazdığı ve nasıl olup da yazmadığı hep bir muamma olacak sanırım benim için.

Ve yazmak tüm bunların yanında öyle büyük bir huzur ve keyif kaynağı ki... Sebebini hala bilmediğim.  

21 Ocak 2012 Cumartesi

Sen beni anlayabilir misin sevgilim?

Beni anlayabilecek kadar yalnız kalabilir misin sen sevdiğim; bir başına, sessiz karanlıkta, ıssız düşünceler, soğuk gölgelerle, kimseye ihtiyacın olmadan yaşayabilir misin; sadece kendine sarılarak, omzunda ağlayarak, kendi benliğinde tesselliler arayarak?

Sen, beni anlayabilecek kadar delirebilir misin sevdiğim; beyninin içindeki tutarsız konuşmalara katlanabilir misin uzun geceler boyunca, gerektiğinde ağzının payını verebilir misin konuşanlara, haklı olduklarında kabullenebilir misin, bıkmadan usanmadan tartışabilir misin, mecbur kaldığında sevebilir misin?

Sen, sen beni anlayabilecek kadar çocuk olabilir misin sevdiğim; ufak tefek şeylere ağlayabilecek kadar narin, kanayan yaralarına acıyacağını düşündüğünden yara bandı dahi yapıştıramayacak kadar korkak, yeri geldiğinde çitlerin arkasında havlayan köpeğe kafa tutabilecek kadar cesur, çizgi filmlerin başlarken ne yapıp edip televizyonun başına oturacak kadar sadık... olabilir misin?

Sen, beni anlayabilecek kadar gözyaşı dökebilir misin sevdiğim; aynaya baktığında o kıpkırmızı şişkin gözlerle sana bakan insanı tanıyamayacak kadar ağlayabilir misin, sırılsıklam olmuş yastıkta yatacak kadar uyuşabilir mi yüzün, onlarca kullanılmış peçetenin arasında uyuyakalabilir misin, sen sevgilim, sen hıçkırıklara boğulabilir misin acıyla, acıların yaratıcısı konumunda olduğunu bilerek, iyileşmeyi reddederek?

Beni anlayabilecek kadar rol yapabilir misin sen sevdiğim; kalbin sızlarken gülümseyebilir misin, nasılsın sorusuna hep ‘iyiyim’ diye cevap verebilir misin, suskunluğunun sebepsiz olduğuna karşındakini ikna edebilir misin? Peki saf olabilir misin sevdiğim; “seviyorum”lara hep inanacak kadar, önemsenmediğini göremeyecek kadar kör olabilir misin?

Sen beni  anlayabilmek için ben olabilir misin sevdiğim, benliğini hiçe sayarak hayatımı kabullenebilir misin, hatalarımın sorumluluğunu üstlenip geçmişimi özümseyebilir misin?

Sen, sen beni anlayabilir misin sevdiğim, beni anlamanı ne kadar çok istediğimi anlayabilir misin?


4.10.2011
Resim tasarımı; Gizem Kayahan-2010