18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bana Bi' Şey Olmaz

Samsun'un Canik ilçesinde sele kapılıp kaybolan, cesedi günler sonra bulunan bir kız var; Cansu. Bir hafta kadar önce toprağa verildi, doğduğu gün dün gibi ailesinin gözleri önündedir hala. Bunun yanında on iki vatandaşımız Toki konutlarında hayatını kaybetti.

Kahramanmaraş'ta evde yalnız bırakılan iki çocuk televizyonun aşırı ısınması sonucu çıkan yangında can verdi. Anne eve geri dönüp karşılaştığı manzara sonucunda sinir krizleri geçirmiş. Baba ise şoka girmiş, tek kelime dahi edememiş.

Yol çalışması sebebiyle bölünmüş yolda önünde yavaş giden kamyonetten ötürü beklemekten sıkılan bir sürücü hatalı sollama yapınca karşıdan gelen kamyonla çarpıştı ve yitip gitti hayattan.

Bir önceki yazımda da bahsetmiştim; geçtiğimiz hafta Feneryolu istasyonunda trenin altında ezilerek bir anne ayrıldı aramızdan.


Yurdun çeşitli yerlerinde onlarca boğulma olayı meydana geldi. Kızılırmak nehrinde, Ankara'da gölette, Tekirdağ Kumbağ'da insanlar silinip gidiyor dünyadan. Akıntı olan yerlerde yüzüyorlar, girmek yasaktır, tabelasını göre göre suya giriyorlar. Bazı yerlerde öyle bir tabela bile yok hatta!


Depremler var bir de; 99 depreminde ölen binlerce insan var.


Hala dere yatağına inşa edilen spor kompleksleri mi, konutlar mı dersiniz, bir dolu proje var gündemde olan.

Hala ev kazalarının oluşabileceği ortamlar kontrol edilmiyor, insanlar umursamıyor; açık bırakılan tüpler, fişte bırakılan ütüler, geceleri söndürülmeye gerek görülmeyen sobalar var.

İnsanlar aceleci, varmak istedikleri yere en kısa yoldan ulaşmak istiyorlar en kısa zamanda. Ne trafik işaretleri umurlarında ne de tehlikeleri önemsiyor insanlar.

Ne olacak ki; insanlar kör mü de trenle peron arasındaki kocaman boşluğu farketmeyecekler, görmeyecekler mi trenin gidiyor olduğunu. Kondüktöre ne gerek var, boşuna israf!


Ev almadan önce, evin sağlamlığını kontrol etmeyi önemsiz buluyoruz, depreme dayanıklı olmayan evler yapılıyor, müteahhitler malzemeden çalıyor.



Yara sarma politikası var bizde; insanlar devletten yaralarının sarılmasını istiyorlar. Deprem maduru yaşlıca bir adam, evine dolmuş suları dışarıya atmaya çalışırken küçücük bir kovayla, 'Devletimizden yaralarımızı sarmasını istiyoruz." diyor. Saatlerce köprüyü geçmeye çalışan insanlar, 'Devletin, belediyenin bu soruna bir çözüm bulmasını istiyoruz.' diyor. Makiniste dava açılıyor, Toki kötülenmeye çalışılıyor... 


Kimse de demiyor ki; afet yönetimi yerine biraz da risk yönetimi üzerine düşsek, olmadan önce önlesek tüm bunları! Alt yapı çalışmalarına önem versek, şehirleri, yaşam standartlarını iyileştirsek, sırf maddi kazançlar için yeşil alan projesiyle korunan dere kenarlarını imara açmasak, evden çıkmadan önce son kez etrafı kontrol etsek, çocuklarımızı olabileceklere dair bilgilendirsek, tembihlesek, yüzebiliyor olduğumuz gerçeğine fazla güvenmesek, boğulmanın iyi yüzmeyle alakalı olmadığını kabullensek, sakıncalı yerlere iş işten geçtikten sonra yüzmek yasaktır, tabelası koymasak da önceden akıl etsek bunu, acele etmeyi bıraksak artık, trafik kurallarına uymanın, kemer takmanın normal olduğunu anlasak, makas atmaların havalı olmadığını kabullensek, kondüktörün ne kadar gerekli olduğunu anlamamız için, o trenle peron arasındaki boşluğun fazla olduğunu anlamamız için ölüm gerekmese daha fazla, okullarda deprem tatbikatları, depremle ilgili bilgilendirmeler depremlerden sonra yapılmaya başlanmasa, deprem çantalarının önemi anlaşılsa, evlerin inşaatları daha kontrollü ortamlarda gerçekleştirilse... 


Liste böyle uzayıp gider. Sayfalarca sorun yazılabilir ve sayfalarca eksiklik ama yine de kimse umursamaz bunları. Ne söylenirse söylensin, iş işten geçtikten sonra çözüm aranmaya devam edilir. Biz insanlar risk yönetimi neymiş bilmeyiz, önemsemeyiz, çünkü bize bi' şey olmaz; kötü olaylar, felaketler yalnızca televizyonda haberlere çıkan, gazetelerde kendilerine bir köşe verilmiş insanların başına gelir, internette gezinirken gözümüze çarpan haberlerdeki insanlar yaralanır veya ölür yalnızca. Bize bi' şey olmaz!


11 Temmuz 2012 Çarşamba

Tanık hayatlar...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20961819.asp

Ve hayat küçücük bir çocuğun hiçbir şeyi anlayamaması ve anlamlandıramamasından ibaretti, annesinin öldüğünü anlamamasından, hiç tanımadığı bir adamın kucağında az önce elini bıraktığı annesinin yanından ayrılmasından...

Ve hayat küçücük bir çocuğun annem nerede, diye sorması kadar basit, cevap veremiyor olmak kadar acı, oyalamak için çikolata vermek kadar saçmaydı. Oysa o annesini bir daha hiç göremeyecekti, bunu anladığı an istediği son şey çikolata olacaktı. Ağlayacaktı. Sussun diye yine çikolata verilecekti ona sanki acısını hafifletebilirmiş gibi ve belki de artık nefret edecekti annesinin elinden keyifle yediği çikolatadan.

Ağlayacak evet. Nedenini bilmeden annesi gelmiyor, diye ağlayacak. Annesi nasıl bu dünyayı terkediyor olduğu gerçeğinden habersizdiyse, o da habersizdi bundan. Habersiz ama ağlayacak.

Böylesi daha kolaydır belki de; kabullenme olgusunu es geçip bilmemekten başlıyorsun her şeye. Büyüdüğünde hiç anlamamış olmayı mı yoksa daha dün gibi hatırlamayı mı tercih eder bilemiyorum.

Ve hayat insanların hiç tanımadıkları biri için üzülmesinden ibaret, bir anlık. Trenden inen yolcuların çamur yüzünden, yağ yüzünden kirlenmiş paçalarına bakıp çıkmaz da bu, diye şikayet etmesinden ibaret. Evet; hiç çıkmayacak. Asla ama asla çıkmayacak ölümün lekesi.

O küçük çocuğun üzerindeki lekeler çıkmayacak, annesinin kokusu hiç sökülmeyecek nefeslerinden. Yüzü, gülüşleri hiç silinmeyecek bakışlarından. Şevkati hep teninde barınacak.

Ve hayat ölümün varlığı gittikten sonra trenin yeniden yollara düşmesinden ibaret, habersiz insanları taşımasından, ruhun sindiği yeri tekrar tekrar dövmesinden, her şeyin dışarıdan normale dönmüş gibi görünmesinden ibaret.

Bilmiyorum; başka canlar da yitip gitti mi orada. Bilseydim, görseydim onları da yazardım ama işte hayat bilmemekten ibaret, akşam haberlerde, yarın gazetelerde çıkacak haberin bilmeyenlerce yalnızca göz gezdirilecek olmasından bir de. Bilenler zaten okumayacak.

Ve hayat oldukça garip; biri ölüyor ve siz yanından geçip gidiyorsunuz. Gazetelerin altındakileri görmek istiyorsunuz dayanamayacağınızı bile bile. Yanınızdaki insanlarla olayın nasıl olduğuna dair düşünceler üretiyorsunuz sanki artık bir önemi varmış gibi. Kimisi fotoğraf çekiyor, anlayamıyorum; daha sonra bakıp anıları yad edecek ve arkadaşlarına mı gösterecek albümlere ekleyip, belki de internette paylaşır.

Ambulans görevlileri gidiyor ve polisler geliyor. Pek çoğumuz için yalnızca dizilerde ve haberlerde gördüğümüz kadar yakın olan sarı şeritler çekiliyor cansız bedenin etrafına. Kocaman kameraları elinde haberciler geliyor sonra. Herkes oradan kaçmak isterken onlar koşarak yetişmeye çalışıyorlar olaylara.

İnsanlar telaşlı, geç kalıyorlar gidecekleri yere tren çalışmadığından.

Ve hayat artık dört yaşındaki küçük bir çocuktan ibaret, bir baba için yalnızca oğlundan ibaret.

Ve hayat artık bir yokluktan ibaret, küçük bir çocuk için annesinin gitmesinden ibaret.

Ve hayat gazetelerin altındaki yüzle aslında tanışık olmamdan ibaret. Tesadüfler... tesadüfler... tesadüfler... Hayat sabah çıkarken not defterimi unutmamdan, bir şeyler yazarım diye ilk gördüğüm kırtasiyeye uğrayıp yeni bir tane almamdan, o saatte tam da o istasyonda trene binecek olmamdan ibaret. Tesadüfler... tesadüfler... tesadüfler.

Bugün, bir kaç yabancı sayılı günler içinde unutmuş olacakları kötü bir anı edindi. Ben yeni not defterimin bir kaç sayfasını dolduran bir kaç kelimeye hayat verdim. Çıkmayacak lekeleri olan bir kaç pantolon var bir de artık. Düşünüyorum da; gerçekten yazık oldu, hiç telafi edilemeyecek olan şeyler oldu bugün, mesela o adam o pantolonun aynısından bir daha nerede bulacak artık?!

Ve hayat birazcık da benim buraya bir son yazamayacak olmamdan ibaret aslında, bugün bir sona tanık oldum zaten, bir tane de ben yazmak istemiyorum.