26 Nisan 2012 Perşembe

Ben büyüyünce çocuk olacağım.

Ben deniz ile göğün birleştiği yerde yaşayan küçük bir kız çocuğuyum. Saçlarım güneşten, ellerim bulut. Ayaklarım horoz şekeri tarlasında.

Kırmızı Başlıklı Kız'la Hansel ve Gratel'i yeni yeni okumaya başlıyorum, hece hece ilerliyor hikayeler. Her bir sayfayı bitirdiğimde alkışlıyor beni deniz yıldızları, okuyamadığım kelimeler olursa yardım ediyorlar. Devamlı aynı kitapları okuyorum çünkü kitapçı yok buralarda yenilerini alabileceğim, deniz atları bana neler getirmişlerse onlar var kitaplığımda. Olsun hiç sıkılmıyorum, her seferinde ayrı keyif alıyorum, her bitirdiğimde yeniden ve yeniden okumak istiyorum.

Saçlarımı örmeyi hala öğrenemedim, yunuslar örüyor, rengarenk çiçekler takıyorlar bir de. Ben en çok mavi olanları seviyorum, en çok onları yakıştırıyorum kendime. Sonra da beni uzun gezmelere çıkartıyorlar, bir oraya bir buraya yüzüyor, dalgaların üzerinde koşturuyoruz birlikte.

Mercanlarla yerden yüksek oynuyoruz, saklambaç veya, ama ben onu pek sevmiyorum çünkü hep ben ebe oluyorum, mızıkçılık yapmak istemiyorum ama ben daha küçücük bir çocuğum, istediğimi yapabilirim.

Uyku saatim gelince ağarmış yıldızlar örtüyor üzerimi, ay iyi geceler öpücüğü veriyor. Rüyalarıma oyuncaklarım giriyor ve daha binlerce sahip olmak isteyeceğim oyuncak, sabaha kadar oynuyoruz.

Zaman zaman ağlıyorum çünkü boya kalemlerimi bulamadığım oluyor, ben resim yapmayı çok severim de. Onları kaybedince kendimi kaybetmiş gibi oluyorum. Bütün balıklar okyanusu aramaya koyuluyor, bulunana kadar susmuyorum, bomboş kağıtlar ellerimde hayat bulmayı beklerken ben kıpkırmızı lalelerden hıçkırıklarımla dolduruyorum ufku. Güneş gürültüye ve kargaşaya dayanamayıp evimi terkediyor bazen, aya kalıyor beni teselli etmek.

Bazen ayağım takılıyor ve düşüyorum, biraz sakarımdır da ben, ayaklarım iki aşık gibi birbirine dolanır hep. Yunuslar büyüdüğünde geçer diyor. Geçsin istemiyorum, varsın ben hep böyle sakar kalayım, iki aşık hiç ayrılmasın, hep sarılsın, ben düşmeye, yara bere içinde kalmaya, lila kanamaya razıyım hep. Aslında ben pembe kanamayı tercih ederdim, o benim en sevdiğim renk çünkü; tatlı ve sıcak şeker pembesi. Lila tende biraz kekremsi bir tat bırakıyor.

En büyük korkum; bir bardak su, benim. Boğulabilirim içinde, yudum yudum içebilir beni ve yok olabilirim derinliklerinde. Bir de yatağımın altında bir kaç gölge var, onlardan da az korkmuyor değilim hani. Olsun gece lambam var, uyuyana kadar bana eşlik ediyor, hem bazen ahtapotlar bana ninni de söylüyor.

Bir gün bir balina bana büyüyünce ne olmak istediğimi sordu; çocuk, dedim. Güldü bana, neden güldüğünü anlayamadığımı söyledim. Çünkü çocuksun, dedi, anlayamazsın. Çocukluk anlayamamak mıdır ki, ben onun özgürlük olduğunu sanıyordum, dertler için nasıl olsa geçer, diyebilmek, dünyanın gerçeklerinden uzak, masallar okuyabilmek, istediğin zaman oyun oynayabilmek, dünyayı unutup uzun uzun çizgi film seyretmek, ufacık bir hediyeyle; mesela horoz şekeriyle mutlu olabilmek. Çocuksun işte, dedi, anlayamıyorsun. En azından büyüdüğümde senin kadar şişman olmak istemiyorum, diye bağırdım ona. Kahkahalarla güldü bu kez.

Neden böyle söyledi, diye sordum sonraları bir deniz yıldızına. Kızıyordum balinaya ama aslında anlamamıştım da. Bana çünkü söylediğin şey ona çok çocukça geldi, dedi. Kelimelerin emekliyor gibiydi ve mızıklıyorlardı biraz da. İyi de, ben çocuktum zaten. Ayrıca imkansız olduğunu da düşündü, dedi. İmkansız mı, astronot, cevabından daha imkansız görünmüyordu gözüme sonuçta ben fazla bir şey istemiyordum ki, sadece şu anda olduğu gibi çocuk olmak istiyordum, hiç değişmeden kalmak. Deniz yıldızı gülümsedi, anlayacaksın, dedi.

Şimdi düşünüyorum da içime bakıp, belki de aslında büyüklerin anlayamadıkları şeyler var ve hatta bu yüzden onlar 'büyüyünce anlarsın' cümlesine sığınıyorlar. Bazı şeyleri göremiyorlar, ne kadar küçük ve sığ akılları. Benim gibi, biz çocuklar gibi düşünemiyorlar. Hayallerini ve dileklerini kaybetmişler, geçen yıllar onlardan oldukları kişiyi almış sanki, törpülemiş bakışlarını... Benim aklım daha özgür, kalemlerim daha renkli, gecelerim karanlık bile değil. Ne arabamın benzine ihtiyacı var, ne elektriğim faturaya bağımlı. Düşüncelerimin sınırına ulaşmak için, ufuk çizgisine dokunmak gerekir. Rüyalarım helyum dolu balonlar misali, bıraksan kaçacak bulutlara, rüzgarla kovalamaca oynayacak...

Haklılar ama; anlamıyorum. Öyle ki; neyi anlamam gerektiğini bile anlayamıyorum aslında. Fakat zaten eğer anlamam için büyümem gerekiyorsa; istemem, kalsın, anlamayayım ben.


22 Nisan 2012 Pazar

Gobi Çölü'ne gitmek istiyorum...

Onunla ilk nerede tanıştığımızı hatırlamıyorum. Sanırım ben kalbimin arka sokaklarında sarhoş ve yorgun dolaşıyordum. Hafif yağmur yağıyordu, yer yer su birikintileri oluşmuştu. Biri iki, ikiyi beş görüyordum, sokak lambaları yolumu aydınlatmaya yetmiyordu. Hayat çok bulanıktı ve sarsılıyordu. Gördüğüm şeyler baktığım yerlerin hızına yetişemiyor, ardından geliyordu. Topuklularımın yerle buluştuğunda çıkardığı ses kulaklarıma korkunç bir uğultu şeklinde ulaşıyordu.

Midem bulanıyordu, ruhumu kusmak ister gibiydim. Yutkunarak bastırmaya çalışıyordum boğazıma kadar gelen çığlıklarımı. Bir kussam rengarenk olacaktı dünya, hayallerimle süslenecekti kaldırım taşları ve içim yokluğa gömülecekti.

Aklımı taşıyamıyordum artık, düşüncelerim ağır gelmeye başlamıştı. Bir an önce gitmem gereken yere uzanıp kafamı koymalıydım bir yerlere.

Pek çıkartamıyordum kendimi, yüzyıllardır görmediğim bir yüze sahip gibiydim. Suçum piyanoda kemana ait notalar aramak mıydı yoksa sezaryan bir hayata normal doğmak mıydı bilemiyorum, kapalı gişe bir tiyatroya bilet aramak misali boşa ve kara borsaya yaşıyordum, kasımdan kalma bir haziran akşamı.

Zamanın fotoğrafını çekip çerçeveletmiştim adeta; her gece aynı geceye kalkıyordum. Korsan kitapların satıldığı caddelerde kaybediyordum kelimelerimi, şiirlerimi bağışlıyordum boş sayfalara. İmla hataları yapıyordum, doğrucu tavırlarımda. Sarhoşluğuma verin siz, iç açıları toplamımı bulamıyordum.

Saat sabaha karşı üç veya dörttü. Karanlıkta benim gibi hayatlarını kaybetmiş bir kç insan daha vardı.

Esiyordu, saçlarım darmadağın olmuştu. Bir kaç parça kağıt koşturuyordu kaldırımda, soğuktu belki de ama ben üşümüyordum, alkol sıcak tutuyordu, sarıp sarmalıyordu beni.

Elimi cebime attım, sigaram bitmişti. Ciğerlerime dolan temiz hava canımı yakmaya başlıyordu.

Ve onu gördüm! Elleri cebinde, ışıklardan uzak, duvara sırtını dayamış sigara içiyordu. Gölgelere ve dumana boğulmuştu çehresi. Ondan tarafta gözüme çarpan tek ışık yanan tütünün doğurduğuydu.

Ayakkabılarım beni ele verince bendentarafa baktı. Gel, diyordu sanki ve ben gidiyordum, sessiz çağrılarını takip ediyordum.

Bana sigara uzattı. Ondan tarafa uzanan uzun, boyalı tırnaklı ellerin titrediğini farkettim, sanki bir başkasına ait gibiydiler, tanınmayacak haldelerdi.

Sessizlik doldurdu aramızdaki mesafeyi ve ben hiçbir şey yapamadım, aramızdan çekip alamadım onu.

Aşık oldum... ve onda kaybolmak istedim, kokusunu merak ettim, sesini de. Tarif edilememezliğiyle sevdim onu, sarhoş soluklarıyla. Hiç tanımadığım hayatı çekici ve çok cazip geldi.

Sigarasının sonsuzluğa de sürmesini istedim umutsuzca, biletim olmayan bir trene binmek istedim. Son yudumu aldıktan sonra yere atıp ayağıyla ezdi, hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı. Adım adım benden uzaklaşıyorken yıllardır tanıdığım ve ölümüne bağlandığım bir insanı kaybediyor gibiydim.

Boş ve loş sokakta bir tanrı misali yükseliyordu, tapmak istiyordum ona hiç bitmeyen gecelerde. Nereye, dedim adından bağırıp. Sesim kurumuş bir ağaç yorgunluğundaydı, tatsızdı ve tanınmaz haldeydi.

Durdu, sesi yankılandı tüm boşluklarımda; Gobi Çölü’ne, dedi. Nefesi duman duman uzaklaştı araladığı dudaklarının arasından, bana varmasını istedim. Beni de götür, dedim. Hiçbir şey söylemedi, kıpırdamadı bile. Bir ara sözcükleriyle birlikte ruhunun da çıkıp gittiğini düşündüm.

Sarhoştum; anlamıyor ve anlamlandıramıyordum, çok düşünmeden ona doğru attım adımımı. Benimle birlikte yürümeye başladı. Bir anda hiç tanımadığım bu adam benim yolum ve varacağım liman olmuştu.

Issız ve eşsizdi evi, bir de soğuk; çöl geceleri gibi. Ucu bucağı yok gibiydi, sayısız resim vardı duvarlarında kum taneleri misali; kadınlar, kadınlar ve kadınlar... Her birine dokundu içim, her birinde bambaşka hayatlar ve hayaller gördüm.

 Ressamım ben, dedi. Kadifemsi sesinin ırzına geçmek istedim zarifçe.

 Beni de çiz.

 Öyle mimiksiz, öyle soğuk ama öyle duygulu görünüyordu ki...

Sadece beni çiz, dedim. Koltuğu gösterdi bana. İçimi soydum sonra hiç çekinmeden. Ruhum çırılçıplak kaldı ve sımsıcaktı.

Gözleriyle çizdi beni... Gözlerinde çizdi...

Bitirdi, kalkıp yanına gittim, baktım çizimine ama kendimi hiç göremedim, sayfada yalnız o vardı. Resmi duvardaki diğer kadınların yanına astı. Kızdım ona; sanki beni aldatmıştı.

Sigara uzattı bana yine, kalemi tuttuğu ellerinde kaybolmak istediğimi farkettim.

Reddettim sigarayı. Sen de içme, dedim. Beni iç.

Bu kez o soydu içimi, bir kez daha çırılçıplaktım, soyundukça ısınıyordum.

Saatlerce bende kaldı, tenime çizdi kendini, kokusunu işledi ciğerlerime ilmek ilmek. Kayboldum suskunluğunda, sessiz duygularında. Gobi Çölü’ne gitmek istiyorum, dedi bir ara. Beni de götür, dedim. Sanırım bir saniyeliğine de olsa tebessüm etti.

Sabahın ilk ışıklarına kadar bendeydi, ekvator misali yattı üzerime. Pencereden şerit şerit süzülen güneş, çıplak vücutlarımızın üzerine uzandığında gecelerin acı verici derecede kısa olduğunu düşündüm.

İşte biz böyle tanıştık...

Ve biz zaten sadece tanıştık. Adını bile bilmediğim o beden, bana beni verdi ve biz birbirimiz için ‘tanışık’ olduk.

Zaman zaman gerçekliğini sorguluyorum onun, içkilerin içinde boğulduktan sonra kafamın dünyalarından birinde yaşadığım bir yalan mıydı o veya kanepelerin birinde sızıp kalınca gördüğüm bir rüya mı... Kimliğine el konulmuş olsa da alkollü araç kullanmaktan, gerçek olmasından yana kalbim.

Gobi Çölü'ne gitmek istiyorum ben de. Beni kumlara çizsin istiyorum pamuk şekerle ve sonra damağımda bıraktığı tadın keyfine varayım yeniden. Dağınık düşlerimi sahiplensin, nergisler ezilmeden ve erikler bulmadan renklerini.

Takvimin yaprakları kopuyor tek tek, dağılıyor üzerindeki anılar. Polisiye bir romanın ikinci baskısı gibiyim, bozulmuş bir kapı zili gibi veya.

Yine günlerden yanlız başına içtiğim bir gece ve ben Gobi Çölü’ne gitmek istiyorum. Vişne suyu içmek istiyorum, ters dönmüş bir piramitte, altından bir lahite gömülmek istiyorum. Onu bulmak ve adını öğrenmek istiyorum sonra, mezar taşıma o yazılsın istiyorum.

Duvarına astığı, gelip geçerken ara sıra gözüne taktığı, belki de benim artık yaşadığım tek yer olan o resimden daha fazlası olak istiyorum. Sonra oturup onunla bir vahanın yanında pamuk şeker yemek istiyorum.

Gobi Çölü’ne gitmek istiyorum, onu da götürmek istiyorum.

Pamuk şekerden bir uçağa binmek ve Gobi Çölü'ne gitmek istiyorum.

19 Nisan 2012 Perşembe

Kelimelerimi düşürdüm...

Pek çok şeyden bahsetmek istiyorum bu gece; yazıyor olmanın özgürlüğünden, okunmanın kısıtlamalarından, yalnızlıktan, zayıflıktan, cesaretten. Kelimelerimi düşürmüşüm ama, bulamıyorum bir türlü; yatağın altına baktım yok, masanın altında yok, yastığın altında da yok... Zaten bunca eşyanın, bunca insanın ve gürültünün arasında zor bulunur onlar, küçüktürler çünkü ve tek başlarına görünmezler pek, önemsizdirler yalnızken. Bir ihtimal cümlelerimi takip edelim, belki onlar götürür bizi yuvarlandıkları ve gözden kayboldukları yere.

Bu arada sessizliğin bir türlü sahip olamadığı mahremiyetinden bahsedelim, bir türlü ulaşamadığımız o mutlak suskunluklardan, bizi bir türlü yalnız bırakmayan, dinlenmemize izin vermeyen o içimizdeki seslerden.

Ben gürültülerden, konuşulanlardan ve yaşanılanlardan sıkılıp "Biraz kafamı dinlemek istiyorum!" diyen insanları pek anlayamıyorum. Kafamızın içinde çok daha büyük gürültüler olabiliyor çünkü, çok daha fazla insan konuşabiliyor orada, çok daha yoğun yaşantılar olabiliyor.

Aklımı stadyuma benzetiyorum ben; düşüncelerim futbol maçına gelmiş binlerce insan gibi birbirini tanımadan aynı şeye gönül verebiliyor; birlikte seviniyor, birlikte bağırıyor veya birlikte sövüyor. Bir yandan da belki de birbirini sevebilecek düşünceler sırf farklı takımları tuttuklarından, farklı düşünceleri savunduklarından, doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız olduklarını önemsemeden zıtlaşıyorlar ve bağırışıyorlar, kavga ediyorlar. Üstelik sonuca hiçbir etkileri olmadığını bile bile yapıyorlar bunu, her şey onların kontrolünden uzakta, hayatıma dokunan veya dokunmasını istediğim oyuncular arasında olup bitiyor. Ben burada hakem olarak görüyorum kendimi, hem de kötü bir hakem olarak çünkü hata yapan oyunculara ceza verme ve hatta onları hayatımdan atma yetkim olmasına rağmen yapamıyorum her zaman bunu, bazen bu hataları göremiyorum bile, bir de taraf tuttuğum da olabiliyor.

Altın günlerine de benzetebiliyorum aklımı; düşüncelerimin tek amacı eğlenmek ve dedikodu etmek olabiliyor. Zaman zaman çok yakın oluyorlar, her şeylerini paylaşıyorlar ve zaman zaman da ilişkileri sadece hal hatır sormakla sınırlı kalıyor. Belli bir konu olmuyor konuşulan; bir yanda havadan sudan bahsediliyor, bir yanda bir tanıdık hakkında yorumlar yapılıyor, bir yanda kek tarifleri paylaşılıyor. Sonuç olarak belli bir amaca hizmet etmeden, belli bir sonuç hakkında çıkarım yapmadan yeyip, içip eğleniyor ve sonra evlerine çekiliyor düşüncelerim. Gün geçirilmiş oluyor keyifle, meşgul edilmiş oluyor bedenler ve akıllar.

Yok kelimelerim, bulamıyorum işte! Yapamam ben onlarsız, kelimelerim olmasa o hep rahatsız edilen sessizliğin mahremiyetine ulaşıp onunla konuşurum bu kez veya cama vuran yağmur damlaları boş aklıma düşüp oymaya başlar usul usul beynimi.

Yoklukları küflenmeye başladı artık, cesaretimi kaybediyorum. Bulsam söz bir daha sıradan bedenler için sarfetmeyeceğim onları ve sıradan akıllara bırakmayacağım. Ah bir bulsam... bir bulsam.

Korkuyorum; ya oradan oraya telaş içinde koşan insanların ayakları altında ezildilerse, yaralarından aktıysa hisler boşa. Suçlayamam da kimseyi, sormazlar mı bana; madem bu kadar önemliydi özel bir yere neden koymadın diye. Ne yapayım, bu aralar aklımın bir köşesi çatlak ve sızdırıyor, tamirci bulamıyorum. Sormazlar mı; neden çarpıştırdın ki aklını bir başkasıyla, neden gönlün yakın olsun diye birbirlerine uymayacak iki zıt aklı bir araya getirdin ki. Suçlayamasam da en azından ilgililer, bu konuda bir açıklama yaparlardı değil mi, kayıtlara ve hayatımdaki kayıtsız hayatlara bakarak, kimlerin kelimelerimi acıttığını ararlardı değil mi?

Yanıtsız sorular; çıplak, soğuk ve pembe. Evet, evet; yumuşak bir pembe.

Tüm teselliler çığlık çığlığa kaçıp gitti.

Biraz dinleneyim diyorum ama sessizlikte boğuluyorum, yutuyor içimdeki zalim boşluk beni. Ruhumun suyu buharlaşmış, yağmur olup yağmaya hazırlanıyor. Geriye kalmış tuz, yaralarımı yakıyor. Kelimelerim gelse de yağmur yazsam onlarla veya kana kana içebileceğim litrelerce suya hayat versem de biraz durulsa acılarım, serinlese canım.

Sanırım öleceğim kelime kaybından, gözlerim kararmaya başlıyor. Kayıp kelimelerime gömsünler beni, çürüyemem orada, yolculuk ederim, uzak ve el değmemiş uygarlıklara gider belki oralarda inerim.

Uyuyayım diyorum ama kelimelerime kavuşana kadar bana rahat yok, ne kadar sürerse sürsün devam edecek cümlelerimi takibim ve biliyorum; bir şekilde onları bulacağım, belki sarhoş olacağım onlarla yudum yudum belki de yepyeni bir rüyaya uyanacağım. Kokularını ciğerlerime dolduracak ve arındıracağım içimi kirli acılardan. Açlığımı dindireceğim özlediğim tatlarıyla. Sonra onlarla dünyanın en küçük köyünü gezmeye çıkacağım, ne istiyorlarsa alacağım dünyanın en küçük paralarıyla. Yorulacağız kısacık sokaklarında yürümekten ve en sonunda gece birbirimizde dinleneceğiz, yokluklarında neler yaptığımı yazacağım ve neler yapamadığımı, nasıl olup da yapamadığımı...