12 Haziran 2013 Çarşamba

Gezi Parkı, bir kutu İNSANLIK

Merak ediyorum; nasıl uyuyor polis sonra, nasıl unutuyor? Gözlerini kapattığında uçsuz bir karanlığa gömüldüğünü sanmıyorum, bence zamanda yolculuk yapıp yine bu ana geliyordur.

Veya bu ana...

Veya bu ana...

Veya bu ana...

Bu fotoğrafı görünce acaba benim yüzümden mi oldu, diye kendine sorup üzülüyordur değil mi?

Tartışmak istediğim; kim haklı, kim haksız değil, özgürlük, çevre, demokrasi, çapulcular, marjinal gruplar, millet, dayanışma, birlik, iktidar, üslup, o ne diyor, bu ne diyor değil. Bunları da tartışacağım yazılarım olacak ama bu yazı o yazı değil, bu yazı İNSANLIK üzerine.

Engelli vatandaş ne diye oraya gelmiş ki, o tazyikli su yeyip havada takla atıp metrelerce sürüklenen genç tomaya tekme atmıştı ama, demeyin, onların yeri burası değil, burada yalnızca İNSANLIK'tan bahsedeceğim.

Sormak istiyorum; nasıl yapıyorlar? Ekmek parası, mecburiyet, görev aşkı, kızgınlık, iktidar yandaşlığı, inanç, doğru olanın bu olduğunu düşünmeleri vs. demeyin, sebepler bunlar olabilir, benim merak ettiğim NASIL?


Sadece insan olduğunuzu düşünün, polis, memur, doktor, vatandaş, çapulcu, marjinal kimliklerinizi bırakın, sadece “insan”sınız, “can”sınız ve karşınızdaki de öyle, NASIL YAPIYORLAR, nasıl kötü hissetmiyorlar, acımıyor içleri, merak etmiyorlar bu kişilere ne oldu diye? Acıyorsa, kötü hissediyorlarsa, merak ediyorlarsa NASIL DEVAM EDİYORLAR?

Cevap vermemi bekliyorsanız eğer hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm; vermeyeceğim, veremeyeceğim çünkü bilmiyorum, ondan size soruyorum; NASIL? Ben izlerken, fotoğraflara bakarken ağladı içim, kızdım, küfrettim, onların yerine koydum kendimi, hissettim ve sonra anlamaya çalıştım; NASIL??

Polisin yanı, çapulcuların yanı değil, insanların yanı var, İNSANLIKın yanı var; Hatay'da gencecik bir kardeşimiz öldü, HİÇ Mİ KENDİNİ SUÇLU HİSSEDEN YOK, gözlerini kapatıp yatağa yattığında HİÇ Mİ ACABA BENİM YÜZÜMDEN Mİ OLDU, BEN Mİ SEBEP OLDUM, diyen yok, kim olursa; polis, iktidar, muhalefet, halk, sen, ben, biz?! "Herkes" suç atmayı, olaylardan sıyrılmayı, olanları gözardı etmeyi, birilerinin üzerine basmayı öğrenmiş ama İNSAN OLMAK eğreti kalmış üzerimizde!! Çözüm üretmek yerine, sebep bulmaya, suç atmaya, kendini kurtarmaya çalışıyor "herkes". YAZIK, YAZIK, YAZIK!

"Herkes" dedim, öyle %50 senin, %50 benim diye paylaştırmadım halkı, çocukların eline şeker paylaştırır gibi! Halk ağızda gevelenerek yutulabilecek bir şey değil, susturulabilecek bir şey değil, ağzını tatlandırıp seni şişmanlatacak bir şey değil, senin değil, senin için değil!! 

"Herkes" dedim, ötekileştirmedim, bölmedim. "Herkes" dedim, üzerine alınan alınsın!

8 Mart 2013 Cuma

Her günün anlam ve önemine ithafen; Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun!


2012 yılında tam 210 kadın öldürüldü, yüzde 22,2’si ayrılma veya boşanma, yüzde 10,5’i kriz ve işsizlik, yüzde 10,15’i ise kendi kararlarını kendileri vermek istediklerinden... 2011 yılında 121, 2010 yılında 180’di bu sayı...
                Yılda yalnız bir güne sıkıştırılmış, haydi bu gün de senin olsu bari, denilerek sadaka gibi verilmiş, haberlerde, gazetede, programlarda, reklamlarda birer cümleyle kutlanan kadınlar gününü en çok da kadınların kutluyor olması, Facebook, Twitter’da nezaketen kuru kuru ‘Kadınlar günü kutlu olsun!” yazılması çok garip geliyor bana; sanki kadınlar yalnız bugün şiddet görüyor, bugün öldürülüyormuş gibi...
                Ne oluyor ki bugün; acıyor mu erkekler kadınlara ve dövmüyorlar mı eşlerini, kızlarını, kız kardeşlerini... “Bugün öldürmeyeceğim seni, yarın öldürürüm.” mü diyorlar? Bugün; “Boşanma dilekçesini yazarken öldürüldü!”, “Polis daha iki gün önce koruma talebini reddetmişti!”, “Eski sevgilisi tarafından 6 yerinden bıçaklandı!”, “9 Yaşındaki kızını döverek öldürdü!”, “Annesini hastanelik etti!” gibi başlıklar görmeyecek miyiz, tatilde mi olacak bütün erkekler?
                Protestolar yapılıyor, imzalar toplanıyor, ünlüler fotoğraf çekimleri yapıyor, “Şiddete Hayır!” cümlesi internette, eldeki kağıtlarda, pankartlarda gezinip duruyor ama bir türlü zihinlerimize, kültürümüze yerleşemiyor! Somut hiçbir sonuç vermeyen boş uğraşların en başında kadınlar sözde kendi haklarını koruyor!    
                Biz kadınlar bir güne sığdırılacak, bir kaç saat ağızlarda gezinecek, ayak altında ezilecek kağıtlarda mahkum olacak, beş dakikalık haberlere sığacak kadar mı değersiziz?
                Sadece bugün mü, sadece kadınlar mı mahkum bunlara...
5 Haziran Dünya Çevre Günü; o gün kimse yere çöp atmıyor, zehirli gazları havaya salmıyor... Bir kaç ay önce feribota binerken yetmiş yaşlarında bir teyzeyi denize çöp attığı için uyardım ve iki metre önünde çöp kutusu olduğunu söyledim; “Terbiyesiz!” diye bağırdı bana, bir kaç hafta önce yere şişe atan bir adamı uyardım, “Zaten herkes atmış!” dedi. Gülüyorum halimize, yaşadığımız evren de bir güne sıkıştırılmış, bir kaç kağıt parçasında “Çevremizi Koruyalım!” sloganlarıyla hayat bulmuş ve hatta haberlere, gazetelere bile çıkmıyor, evimiz, yuvamız, havamız, suyumuz işte bu kadar değerli...
4 Ekim Hayvan Hakları Günü; gün geçmesin ki bir işkence haberi, kapatılan bir barınak haberi, sokak hayvanlarının öldürüleceği haberi düşmesin gündemin kenarına köşesine (göbeğine de değil) ama 4 Ekim’de hepimiz seviyoruz hayvanları, hepimiz besliyoruz, okşuyoruz... 5 Ekim’de yine zulüm, yine iteleme... Bir gün iskelede feribot beklerken bir kediyi itti yanımdaki kadın ayağıyla, iğrenerek baktı daha sonra, kedi yanıma gelince kucağıma aldım onu, “Pis şeyi sevmesene!” dedi, bu gibi kötü düşüncelerle, etrafımızdaki doğayı hor gören bakış açımızla biz ne kadar temiz, ne kadar sevilesiyiz ki?
Anneler, babalar ve sevgililer gününü hiç saymıyorum bile... En sevdiklerimizi, en yakınımızdakileri, bizim için her zorluğa katlanan, bir sürü fedakarlık yapan ailemizi yalnız bir güne, sırf satışlar artsın diye uydurulmuş bir güne sığdırıyoruz ufak bir hediyeyle...
                Bana bir diğer garip gelen şey ise; yalnız Ramazan ayında Somali’deki açlıktan bahsedilmesi, onlar için yardım toplanması, günlerce televizyonda açlıktan kırılan çocukların fotoğraflarının dönmesi, devlet büyüklerinin ve sanatçıların ziyaretleri... Ne sanıyor insanlar, yalnız Ramazan ayında mı aç oradakiler, diğer günler karınları tok sırtları pek mi yaşıyorlar?
                “19 Mayıs stadta kutlasın!” Twitter’da en çok konuşulan konu oldu ama stadlar yine boştu; ne komik...
                Doğum günlerimiz; varlığımızı, yaşadığımızı yalnız bir gün mü kutlayacak sevdiklerimiz?
                Yıldönümleri de aynı, öğretmenler günü de, doktorlar günü de, madenciler günü de...
                İnsanlar, doğa, hayvanlar, anneler, babalar, çocuklar nasıl bu kadar değersiz olabiliyor, sorunlarımız, özel günlerimiz nasıl anlamsız birer cümleyle geçiştirilebiliyor anlayamıyorum bir türlü...
                Pek çok değer boş birer güne dönüşüyor, kavramların ve duyguların içi boşalıyor ama kuru kuru söylenmiş bir “Kadınlar Gününüz kutlu olsun!” cümlesi hala anlamlı ve önemliymiş gibi görünüyor pek çok insana...
                Öyleyse eğer ne diyeyim; “Kadınlar Gününüz kutlu olsun!”
               

               
                

4 Şubat 2013 Pazartesi

Gökçekimine kapılsam...


Kalbimin arka sokaklarında dolaşıyorum yine, uzun zamandır uğramadığım yerlerdeyim.
Bölünerek çoğalıyor mu nedir, her gece bir başka köşesinde bitiveriyor aklımın. İlla çağırıyor beni, onu düşünmeye.
Hava ne soğuk! Kışın sıcak nereye saklanır, ne yer, ne içer merak ederim hep.
Kırmızı şarap var bugün menüde; beyazın için için kıskandığı kırmızı şarap. Tüm şişeyi boşalttım bir bardağa ama çoğunu içemedim, zaten çoktan sarhoş olduğumdan her bir adımda bir o yana bir bu yana dökülüyordu damla damla.
İçim bulanmaya yüz tutmuştu. Ruhumu çoktan kusmuştum, rahatlamam gerekirdi ama içimde ters dönmüş bir tırnağın sızısı vardı.
Buralarda dolaşmasındansa, ellerin dudaklarla pastanelerde buluştuğu yıllara ait olmasını isterdim aşkımın. Ne yazık; karanlık sokaklarda kaybolup gitti yıllar önce, o yüzden biraz kirlidir onun sözleri.
Bir şiirdik biz onunla asla tamamlanamayan, güzel bir şiir değildi belki ama yine de bir şiirdik işte; ‘o ve ben’den biz olarak bahsedebildiğimiz bir şiir.
Bana verdiği adrese gidiyorum ama o yok, belki de hiç gelmemişti buraya, oysa bir zamanlar sonsuza kadar burada kalacağını söylerdi.
Masmavi yerler; hatıralarımız çocuğunu düşürmüş. Ben zaten o meyvenin hiç büyümeyeceğini biliyordum ama o acılı, gözyaşıyla yoğurulmuş ve yalan haberlerle dolu gazetenin eki hep umut oluyor işte.
Merak ediyorum; hiç değişmiş midir? Merak ediyorum; ben onu tenime, kalbime, aklıma işlemişken, tam da onun istediği örnekle, neden o kanatırcasına kendini aldı benden? Merak ediyorum; bir zamanlar içime tutunmuş, beni bırakmıyorken, şimdi nasıl oluyor da dudaklarımdan kurtulunca dağılıveriyor yokluğa sigara dumanı misali?
Diyorum ki; dünyanın en küçük altın lirasıyla uğur böceklerine terlik, pabuç alsak da, onlar bizi dünyanın öbür ucunda, gökçekiminin hüküm sürdüğü o hep bahsettiğimiz eve götürseler, maviliklerde kaybolsak?
Gerçekleşebilecek  olsaydı, bunu ister miydim acaba çünkü o zaman olduğu gibi şimdi de biliyorum; onunla o evde yaşayacak ben, hatıralarımızın ölmüş çocuğu için ağlayan benden daha çok acı çekecek.
“Katil zaten benim!” diye bağırıyor çocuk, “Ben kendim düştüm, hatıraların gözlerinden, ellerinden ve dillerinden. Kırılmak ve kuruyor olduğun yeni hayatın ayaklarına batmak benim kaderim.”
Nasıl bir cinayettir ki bu; silah, hatıraların oğlu olan gelecek düşleri. Kimi cezalandırsak, kime ağlasak?
Acaba o dünyanın en küçük altın lirasını bulsam da, düşüncelerime musallat olan onu bindirsem uğur böceklerinin sırtına ve yolcu etsem benden uzaklardaki kayboluşuna?
Ben zaten hiç sevmem şiir okumayı, varsın bu da yarım kalsın. Hem belki kırılan parçaları toplayacak bir başkası bulunur, belki de çoktan bulunmuştur. Ayrıca bu kez hikaye olsun ‘biz’den, şiir değil. Varsın yine kötü olsun, zaten güzellik faydasız mıdır nedir?!
Teşekkür mü etmem gerekir, beni anlamayarak belki de en güzel şeyi yaptı o benim için; gitti. Kalsa daha çok kanayacaktım biliyorum, belki hatıralarım da kırılacaktı. Kırılmasın onlar, kısır kalmaları yeter oralarda bir yerlerde, böylece yeni hatıralarım meyve verecek olursa nasıl sulayacağımı ve büyüteceğimi bilirim veya yine olacak bir cinayete hazırlıklı olabilirim.
Öyleyse teşekkür ederim...
Ve gereği düşünüldü; daha fazla düşünülmemeli.
Böyle desem de, yine sakarlık edip aklıma düşer diye, o dünyanın en küçük altın lirasını aramaya devam etsem iyi olacak.






19 Ocak 2013 Cumartesi

Ankara


Her şeyin bir ömrü var. Her şey kendisine verilmiş olan belli bir zamanı yitirip göçüyor.
Rujlar, parfümler, şampuanlar bitiyor, yol bitiyor, benzin bitiyor. Telefonlar, televizyonlar, arabalar bozuluyor.
Sevgiler, dostluklar arkadaşlıklar yitiyor.
Tükenmez denen kalem bile tükenip gidiyor.
Tüm bu geçenlerle anladım ki; geçeceğini bile bile hep sonsuzluğa yürüyormuş gibiyiz. Daha 19 yaşındayım ben... Ve ne yazık ki çoktan 19 yaşındayım. Kime ve neye göre gencim diyoruz, belki de bize biçilen hayatın yaşlısı olduk artık.
Neredeyse üç yıl önce yine buralarda bir yerlerde, bu şehirde camdan dışarıya bakıyor, ilk imza günümün verdiği heyecanla geceyi izliyordum. Daha 17 yaşındaydım o zaman, ilk romanı yayımlanalı bir ay bile olmamış genç bir yazardım. Orası bu baktığım camdan neresi bilmiyorum, bilmemek daha iyi; oralarda bir yerlerde umuduyla hiç bilmediğim bir noktaya diktim gözlerimi, yıllar önceki varlığımı düşünüyorum.
Hepimiz 'oralarda bir yerlerde' umuduyla, bilmediğimiz geleceğimizde bir noktaya gözlerimizi dikip, yıllar sonraki varlığımızı düşünüyoruz. Hepimiz düşünüyoruz, yoksa zaten şu anda varlığımız burada olamazdı.
Ve ben buradayım; yine Ankara'dayım, manzarasının hep denize varmasını istediğim şehir burası ama zaten karalar hiç bir zaman denize açılıp engin maviliklerde yosun kokusuna boğulamaz. Ne yazık!
Ve ne yazık; günler bitiyor, aylar geçiyor, ömürler yitiriliyor...
Ve kalemim yine tükendi...
Ve...

23 Kasım 2012 Cuma

Biraz sabır...


Gerginim ve hayallerim var. Zaman geçmek bilmiyor.
Kim bilir belki Perşembe’nin Cuma’yı kıskançlığındandır bu yavaşlığı, gün kendini ertesiye atmak istemiyordur.
Veya kim bilir belki de bu iliklerime iyice sokulmak isteyen gerginliğimin, işi ince olduğundan zamanı geçmez kılmasındandır.
Parmağımı yaktım ve yarın hangi ayakkabılarımı giyeceğime hala karar verebilmiş değilim. Bir de ilk defa beğendiğim elbise olduğundan bir dergi sayfasını yırtıp çantama attım, aylar sonra mağazaya es kaza uğrayacağımı bile bile.  Boş boş oturup çocukluğumun şekeri olan Pez yiyorum. Ne garip, içinde kaç tane olursa olsun bir şeker veya sakız paketini hep gün içinde bitirmişimdir; çocukluğumdan kalma alışkanlıklar işte.
Ben çocukken günler pek bağlamazdı beni zamana, daha çok çizgi filmlerle, yarın okulun oluşuyla ilişkilendirirdim geçen günleri. Hele yaz geldi mi ne saatten ne tarihten haberim olurdu, içinde bulunduğum zamandan, dakikaların aktığı gerçeğinden bir haber yaşardım, akşam olduğunu annem yemeğe çağırdığında idrak edebilirdim yalnız.
Krem sürdüm ama parmağım hala sızlıyor, acaba yeşil topuklularımı mı giysem?
Yeni gün gelmiş, gece yarısını bir geçiyor saat. Taramayı erteleyip durduğum, beni rahatsız eden saçlarımın ağırlığıyla oturup boş boş pencereden dışarıya bakıyor, hayal kuruyorum.
Küçükken kurduğum pek çok hayal gerçekleşmedi, zaten gerçekleşmeyeceği ta o zamandan belliydi ama üzülmüyorum şimdi çünkü unuttum gitti hepsini ama bir gün mutlaka ulaşacağım hedefler, yarın için beni tedirgin etmiyor değil şimdi; yarın olmazsa istediğim, üzüleceğim gerçeğiyle bir türlü arkadaş olamıyorum, bu mümkün değil galiba.
Şekerlerin tamamı boğazıma dizildi ve geçiremeyeceğim, geçmesi için beklemekten başka hiçbir şey yapamayacağım bir acıya itti beni. Parmağım biraz daha iyi. Yeşil topuklular en doğru seçim galiba.
Eğer iki gün içinde hedefime ulaşmış, gerginliğimi söküp atmış olursam, hayalime bir ad koyup yeniden kaleme alacağım bugünü. Çekinmek değil, kendime itiraf etmişken ve bu denli yaklaştığıma inanmışken istediğimi elde etmeye, en yakın dostum olan kelimelerden mi saklayacağım en büyük heyecanlarımdan birini!
Sadece biraz sabır... Zaten insan en çok kendisine yalan söylüyor. Dürüst olayım gizem; gerginim ve hayallerim var. Zaman geçmek bilmiyor.

               

23 Ağustos 2012 Perşembe

Ben Bir Şemsiyeyim...

Güneşin dokunuşuyla eskimiş, rengini kaybetmiş bir şemsiyeyim ben... Hasırdan örülmüştür tenim, uzun metal bir çubuk yardımıyla yükselirim gökyüzüne.

Bazı insanlar kaçar benden, güneşin tenlerine dokunmasını isterler, bazıları ise arar beni, bana sığınırlar, benim izin verdiğim kadarıyla bakarlar göğün maviliğine...

Ortasında dikildiğim kristal kumların ayakları yakacak kadar ısınmasına izin vermem ben. İnsanlar yalın ayak ise benim gölgeme koşar, ulaştıklarında tatlı bir gülümseme sarar çehrelerini, huzurla dolarlar, sonra kendi şemsiyelerinin altına kadar sürecek yepyeni bir maratona başlarlar.

Bazen havlularını örterler üzerime, sıcaktan benim de yanabileceğimi mi düşünüyorlar acaba, her ne amaçla yapıyorlarsa çok minnettarım, bazen biraz serinliğe ihtiyaç duymuyor değilim çünkü.

Öyle çok oldu ki; hatırlamıyorum ne zamandır masmavi denizin, kumları dövmesine şahitlik ettiğimi. Onlarca mevsim gördüm, yağmur damlalarının denizle kucaklaşmasını seyrettim ve mutlulukla ettikleri dansı. Binlerce kez güneşin kaybolmasını izledim denizle göğün birleştiği yerde. Geceleri sahilde yürüyen çiftlere eşlik ettim. Çocuklara imrendim, kumdan kale yaparlarken. Zaman zaman geleceğimden şüphe ettim, sert rüzgarlarla savaşırken, umudumu kaybettiğim, daha fazla tutunamayacağımı sandığım oldu ama her seferinde ulaştım yaz aylarına, şehrimin kalabalıklaştığı zamanlara...

Yalnız değilim ben, daha onlarca şemsiye eşlik ediyor bana tüm bu yaşanmışlıklar boyunca. Sohbet ederiz uzun uzun, insanlardan duyduklarımızı paylaşır, dedikodu ederiz biz. Bildiğimiz her şeyi sahile uğrayanlardan öğreniriz.

Kar, diye bir şey varmış; onu öğrendik geçen yaz. Soğuk zamanlarda olan bir hava olayıymış, bembeyazmış ve büyülüymüş. Hiç görmedim ben, yumuşak mıdır acaba,pamuk gibi ve tatlı mıdır şeker misali? Ah bir kerecik dokunsam da tadına varsam, üşümek neymiş daha iyi anlasam... Yalnız olmasam ama çünkü üşüyünce yalnızlık daha derinden hissediliyormuş, geçen kış deniz kenarına gelen bir genç kız mırıldandı ağlarken, ondan öğrendim. Bu yaz da tatile çıkmanın ne kadar pahalı olduğundan bahsetti, gölgemde oturan bir çift, diğer şemsiye arkadaşlara anlattım, para biriktirmek gerek kar yağışını görebilmek, kara dokunabilmek için ama bilmiyoruz ki o ne! Yalnız, seyyar satıcılara verilen kağıt veya metal şeylere para dediklerini öğrenebildik, ne değerini anlıyoruz ne de ne kadar ihtiyacımız olduğunu kestirebiliyoruz.

Keşke gelse bir bulut ve götürse bizi hayallerimize ama hiçbir şey kolay olmuyor işte böyle... Güneşe binip seyahat etsek olmaz mı, soğuk şehirlere?

En iyisinin kar yağışını beklemek olduğuna karar verdik ama o da umutsuz bir durum; bilmem kaç yıldır dikiliyoruz burada ama yağmurdan daha fazla kışa ait herhangi bir doğa olayıyla tanışmadık... Neyse ki daha uzun yıllar burada konaklayabileceğimizi sanıyorum, belki zamanla biriktiririz paramızı, hemen hemen her gün tepemizden geçen uçaklara ulaşabiliriz veya otobüse bineriz ve öyle seyahat ederiz, mola yerlerinde fotoğraf çektirir, yemekler yeriz. Sonra buraya geri döndüğümüzde yaz gelmiş olur ve biz güneşe anlatırız maceralarımızı, fotoğraf albümlerimizi gösteririz.

Ama ben sadece bir şemsiyeyim, güneşin dokunuşlarıyla eskimiş ve rengini kaybetmiş, kar yağışına ulaşmak isteyen ve kar topu oynamak için yanıp tutuşan bir şemsiye. Bir de şu seyyar satıcıların satıp durduğu midyeyi tatsam, öyle merek ediyorum ki tadını. Onun için de para gerekiyordu değil mi? Peki ya haşlanmış mısır, o da mı hayal bana?






2 Ağustos 2012 Perşembe

Bit Pazarı


Hani hiç umursamadığınız, kenara köşeye atılmış, evin derinliklerinde kaybolup gitmiş, yüzüne bakılmayan bozuk paralarımız var ya, sakız bile alınmaz bununla dediğimiz; işte onlar için bütün gün sıcağın altında oturuyorlar, küçücük bebekleriyle, ayaklarında terlik demeye bin şahit isteyen plastik parçalarıyla... Konuşmaya takatleri yok, parmaklarıyla işaret ediyorlar, bir elin parmağını geçmiyor fiyatlar. 


Dönüp bakmayacağınız, yerde görseniz alıp çöpe atmaya tenezzül etmeyeceğiniz şeyler var satılan; oyuncaklar, ev aletleri, ayakkabılar, giysiler, vazolar, mumlar, lambalar, telefonlar, tornavidalar, mutfak aletleri, fincanlar, çatallar, bıçaklar, bardaklar, kolyeler, küpeler, bilezikler, piller, radyolar, çakmaklar... Bit pazarı işte; aklınıca ne geliyorsa var.


Onca eşya, yerlere serilmiş çarşaflar üzerinde dağınık vaziyette duruyor, öyle ki; aradığınız şey muhakkak orada var ama bulmanızöyle zor ki, çünkü oradan buradan gözünüze çarpanlardan ibaret yanlız gördükleriniz. 


Çok da fazla değil, oturup sayabileceğiniz kadar insan geziyor daracık boşluklarda, eşyalara göz gezdiriyorlar. Hiçbir şey bulunamaz, alınamaz gibi görünüyor, her şey işe yaramaz, kim bilir kaçıncı el... Ama öyle değil, alışveriş yapıyorsunuz, bazen sırf yardım etmek için hatta. Zavallı yaşlı amca saç kalmamış başında boncuk boncuk terlerle bekliyor gün boyu, artık kullanmadığı eşyaları birileri alsın da akşam eve ekmek götüreyim, diye, yalnız bir ekmek parası kadar her bi parça. Küçücük bebeği terlemesin diye gölgelerin ardına yerleşmiş zavallı kadın da bekliyor.


Kitaplar bile bir liraydı, üç dört tane aldım. Sararmıştı yaprakları, okunmuştu daha önceden, eski kokuyordu, zamanın ve çevrilmiş sayfaların kokusu sinmişti üzerine. Seviyorum ben bu kokuyu, bana ailemin köyünü hatırlatıyor, eski evlerde, eskimiş eşyalar arasında geçirdiğim eski zamanları. Şu anda yaşıyor olduğum şehir doğduğumdan beri evim benim ama ben sadece bir kaç ay ziyaret ettiğim, eskinin kokusuyla yoğruldum o köyü çok daha fazla seviyorum. 


Bir köşesi de antika eşyalara ayrılmıştı pazarın, eski radyolar, silahlar, kılıçlar, saatler, vazolar... Diğer tarafta bir liraya satış yapanların günlük kazancı bu taraftakilerden fazla oluyordur sanırım zaman zaman ama bir tane antik eşyayı sattığında, diğer taraftakilerin aylık kazancını elde ediyordur buradakiler. 


Pek çoğumuz, orada harcadığım parayla bir öğün yemek bile yiyemeyiz, yalnızca 7 liraydı ama dört aile bugün akşam eve onunla ekmek götürebilecek. Ne olacak ki, diyorum yalnızca bir lira olduğunu duyunca almak istediğim şeyin, yalnızca bir lira ama çocuk aldığım şeyin benzerlerini de çıkartıyor, bunları da al, diyor hatta tezgahtan ayrıldıktan sonra sırf o bir lira için peşimden geliyor. Öyle şeyler var ki; bunları kim alacak, kim kullanacak ki diyorum ama alınıyor, kullanılıyor, iyi ki de böyle oluyor. Geri dönüşümün en güzel hallerinden biri bu, normalde çöp adı altında atılacakları yeniden kazanmış oluyoruz. Bence bu insanlar yüz binlerce türk lirası değerinde arabasıyla oradan oraya gezip, camdan dışarıya çöplerini atan, küçük esnafa göz ucuyla bakmayan o adamdan çok daha fazla saygıyı hakediyorlardır. 

Her perşembe, aynı yerde kuruluyor pazar. Yakın zamanda yine ziyaret edeceğim...