12 Haziran 2013 Çarşamba

Gezi Parkı, bir kutu İNSANLIK

Merak ediyorum; nasıl uyuyor polis sonra, nasıl unutuyor? Gözlerini kapattığında uçsuz bir karanlığa gömüldüğünü sanmıyorum, bence zamanda yolculuk yapıp yine bu ana geliyordur.

Veya bu ana...

Veya bu ana...

Veya bu ana...

Bu fotoğrafı görünce acaba benim yüzümden mi oldu, diye kendine sorup üzülüyordur değil mi?

Tartışmak istediğim; kim haklı, kim haksız değil, özgürlük, çevre, demokrasi, çapulcular, marjinal gruplar, millet, dayanışma, birlik, iktidar, üslup, o ne diyor, bu ne diyor değil. Bunları da tartışacağım yazılarım olacak ama bu yazı o yazı değil, bu yazı İNSANLIK üzerine.

Engelli vatandaş ne diye oraya gelmiş ki, o tazyikli su yeyip havada takla atıp metrelerce sürüklenen genç tomaya tekme atmıştı ama, demeyin, onların yeri burası değil, burada yalnızca İNSANLIK'tan bahsedeceğim.

Sormak istiyorum; nasıl yapıyorlar? Ekmek parası, mecburiyet, görev aşkı, kızgınlık, iktidar yandaşlığı, inanç, doğru olanın bu olduğunu düşünmeleri vs. demeyin, sebepler bunlar olabilir, benim merak ettiğim NASIL?


Sadece insan olduğunuzu düşünün, polis, memur, doktor, vatandaş, çapulcu, marjinal kimliklerinizi bırakın, sadece “insan”sınız, “can”sınız ve karşınızdaki de öyle, NASIL YAPIYORLAR, nasıl kötü hissetmiyorlar, acımıyor içleri, merak etmiyorlar bu kişilere ne oldu diye? Acıyorsa, kötü hissediyorlarsa, merak ediyorlarsa NASIL DEVAM EDİYORLAR?

Cevap vermemi bekliyorsanız eğer hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm; vermeyeceğim, veremeyeceğim çünkü bilmiyorum, ondan size soruyorum; NASIL? Ben izlerken, fotoğraflara bakarken ağladı içim, kızdım, küfrettim, onların yerine koydum kendimi, hissettim ve sonra anlamaya çalıştım; NASIL??

Polisin yanı, çapulcuların yanı değil, insanların yanı var, İNSANLIKın yanı var; Hatay'da gencecik bir kardeşimiz öldü, HİÇ Mİ KENDİNİ SUÇLU HİSSEDEN YOK, gözlerini kapatıp yatağa yattığında HİÇ Mİ ACABA BENİM YÜZÜMDEN Mİ OLDU, BEN Mİ SEBEP OLDUM, diyen yok, kim olursa; polis, iktidar, muhalefet, halk, sen, ben, biz?! "Herkes" suç atmayı, olaylardan sıyrılmayı, olanları gözardı etmeyi, birilerinin üzerine basmayı öğrenmiş ama İNSAN OLMAK eğreti kalmış üzerimizde!! Çözüm üretmek yerine, sebep bulmaya, suç atmaya, kendini kurtarmaya çalışıyor "herkes". YAZIK, YAZIK, YAZIK!

"Herkes" dedim, öyle %50 senin, %50 benim diye paylaştırmadım halkı, çocukların eline şeker paylaştırır gibi! Halk ağızda gevelenerek yutulabilecek bir şey değil, susturulabilecek bir şey değil, ağzını tatlandırıp seni şişmanlatacak bir şey değil, senin değil, senin için değil!! 

"Herkes" dedim, ötekileştirmedim, bölmedim. "Herkes" dedim, üzerine alınan alınsın!

8 Mart 2013 Cuma

Her günün anlam ve önemine ithafen; Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun!


2012 yılında tam 210 kadın öldürüldü, yüzde 22,2’si ayrılma veya boşanma, yüzde 10,5’i kriz ve işsizlik, yüzde 10,15’i ise kendi kararlarını kendileri vermek istediklerinden... 2011 yılında 121, 2010 yılında 180’di bu sayı...
                Yılda yalnız bir güne sıkıştırılmış, haydi bu gün de senin olsu bari, denilerek sadaka gibi verilmiş, haberlerde, gazetede, programlarda, reklamlarda birer cümleyle kutlanan kadınlar gününü en çok da kadınların kutluyor olması, Facebook, Twitter’da nezaketen kuru kuru ‘Kadınlar günü kutlu olsun!” yazılması çok garip geliyor bana; sanki kadınlar yalnız bugün şiddet görüyor, bugün öldürülüyormuş gibi...
                Ne oluyor ki bugün; acıyor mu erkekler kadınlara ve dövmüyorlar mı eşlerini, kızlarını, kız kardeşlerini... “Bugün öldürmeyeceğim seni, yarın öldürürüm.” mü diyorlar? Bugün; “Boşanma dilekçesini yazarken öldürüldü!”, “Polis daha iki gün önce koruma talebini reddetmişti!”, “Eski sevgilisi tarafından 6 yerinden bıçaklandı!”, “9 Yaşındaki kızını döverek öldürdü!”, “Annesini hastanelik etti!” gibi başlıklar görmeyecek miyiz, tatilde mi olacak bütün erkekler?
                Protestolar yapılıyor, imzalar toplanıyor, ünlüler fotoğraf çekimleri yapıyor, “Şiddete Hayır!” cümlesi internette, eldeki kağıtlarda, pankartlarda gezinip duruyor ama bir türlü zihinlerimize, kültürümüze yerleşemiyor! Somut hiçbir sonuç vermeyen boş uğraşların en başında kadınlar sözde kendi haklarını koruyor!    
                Biz kadınlar bir güne sığdırılacak, bir kaç saat ağızlarda gezinecek, ayak altında ezilecek kağıtlarda mahkum olacak, beş dakikalık haberlere sığacak kadar mı değersiziz?
                Sadece bugün mü, sadece kadınlar mı mahkum bunlara...
5 Haziran Dünya Çevre Günü; o gün kimse yere çöp atmıyor, zehirli gazları havaya salmıyor... Bir kaç ay önce feribota binerken yetmiş yaşlarında bir teyzeyi denize çöp attığı için uyardım ve iki metre önünde çöp kutusu olduğunu söyledim; “Terbiyesiz!” diye bağırdı bana, bir kaç hafta önce yere şişe atan bir adamı uyardım, “Zaten herkes atmış!” dedi. Gülüyorum halimize, yaşadığımız evren de bir güne sıkıştırılmış, bir kaç kağıt parçasında “Çevremizi Koruyalım!” sloganlarıyla hayat bulmuş ve hatta haberlere, gazetelere bile çıkmıyor, evimiz, yuvamız, havamız, suyumuz işte bu kadar değerli...
4 Ekim Hayvan Hakları Günü; gün geçmesin ki bir işkence haberi, kapatılan bir barınak haberi, sokak hayvanlarının öldürüleceği haberi düşmesin gündemin kenarına köşesine (göbeğine de değil) ama 4 Ekim’de hepimiz seviyoruz hayvanları, hepimiz besliyoruz, okşuyoruz... 5 Ekim’de yine zulüm, yine iteleme... Bir gün iskelede feribot beklerken bir kediyi itti yanımdaki kadın ayağıyla, iğrenerek baktı daha sonra, kedi yanıma gelince kucağıma aldım onu, “Pis şeyi sevmesene!” dedi, bu gibi kötü düşüncelerle, etrafımızdaki doğayı hor gören bakış açımızla biz ne kadar temiz, ne kadar sevilesiyiz ki?
Anneler, babalar ve sevgililer gününü hiç saymıyorum bile... En sevdiklerimizi, en yakınımızdakileri, bizim için her zorluğa katlanan, bir sürü fedakarlık yapan ailemizi yalnız bir güne, sırf satışlar artsın diye uydurulmuş bir güne sığdırıyoruz ufak bir hediyeyle...
                Bana bir diğer garip gelen şey ise; yalnız Ramazan ayında Somali’deki açlıktan bahsedilmesi, onlar için yardım toplanması, günlerce televizyonda açlıktan kırılan çocukların fotoğraflarının dönmesi, devlet büyüklerinin ve sanatçıların ziyaretleri... Ne sanıyor insanlar, yalnız Ramazan ayında mı aç oradakiler, diğer günler karınları tok sırtları pek mi yaşıyorlar?
                “19 Mayıs stadta kutlasın!” Twitter’da en çok konuşulan konu oldu ama stadlar yine boştu; ne komik...
                Doğum günlerimiz; varlığımızı, yaşadığımızı yalnız bir gün mü kutlayacak sevdiklerimiz?
                Yıldönümleri de aynı, öğretmenler günü de, doktorlar günü de, madenciler günü de...
                İnsanlar, doğa, hayvanlar, anneler, babalar, çocuklar nasıl bu kadar değersiz olabiliyor, sorunlarımız, özel günlerimiz nasıl anlamsız birer cümleyle geçiştirilebiliyor anlayamıyorum bir türlü...
                Pek çok değer boş birer güne dönüşüyor, kavramların ve duyguların içi boşalıyor ama kuru kuru söylenmiş bir “Kadınlar Gününüz kutlu olsun!” cümlesi hala anlamlı ve önemliymiş gibi görünüyor pek çok insana...
                Öyleyse eğer ne diyeyim; “Kadınlar Gününüz kutlu olsun!”
               

               
                

4 Şubat 2013 Pazartesi

Gökçekimine kapılsam...


Kalbimin arka sokaklarında dolaşıyorum yine, uzun zamandır uğramadığım yerlerdeyim.
Bölünerek çoğalıyor mu nedir, her gece bir başka köşesinde bitiveriyor aklımın. İlla çağırıyor beni, onu düşünmeye.
Hava ne soğuk! Kışın sıcak nereye saklanır, ne yer, ne içer merak ederim hep.
Kırmızı şarap var bugün menüde; beyazın için için kıskandığı kırmızı şarap. Tüm şişeyi boşalttım bir bardağa ama çoğunu içemedim, zaten çoktan sarhoş olduğumdan her bir adımda bir o yana bir bu yana dökülüyordu damla damla.
İçim bulanmaya yüz tutmuştu. Ruhumu çoktan kusmuştum, rahatlamam gerekirdi ama içimde ters dönmüş bir tırnağın sızısı vardı.
Buralarda dolaşmasındansa, ellerin dudaklarla pastanelerde buluştuğu yıllara ait olmasını isterdim aşkımın. Ne yazık; karanlık sokaklarda kaybolup gitti yıllar önce, o yüzden biraz kirlidir onun sözleri.
Bir şiirdik biz onunla asla tamamlanamayan, güzel bir şiir değildi belki ama yine de bir şiirdik işte; ‘o ve ben’den biz olarak bahsedebildiğimiz bir şiir.
Bana verdiği adrese gidiyorum ama o yok, belki de hiç gelmemişti buraya, oysa bir zamanlar sonsuza kadar burada kalacağını söylerdi.
Masmavi yerler; hatıralarımız çocuğunu düşürmüş. Ben zaten o meyvenin hiç büyümeyeceğini biliyordum ama o acılı, gözyaşıyla yoğurulmuş ve yalan haberlerle dolu gazetenin eki hep umut oluyor işte.
Merak ediyorum; hiç değişmiş midir? Merak ediyorum; ben onu tenime, kalbime, aklıma işlemişken, tam da onun istediği örnekle, neden o kanatırcasına kendini aldı benden? Merak ediyorum; bir zamanlar içime tutunmuş, beni bırakmıyorken, şimdi nasıl oluyor da dudaklarımdan kurtulunca dağılıveriyor yokluğa sigara dumanı misali?
Diyorum ki; dünyanın en küçük altın lirasıyla uğur böceklerine terlik, pabuç alsak da, onlar bizi dünyanın öbür ucunda, gökçekiminin hüküm sürdüğü o hep bahsettiğimiz eve götürseler, maviliklerde kaybolsak?
Gerçekleşebilecek  olsaydı, bunu ister miydim acaba çünkü o zaman olduğu gibi şimdi de biliyorum; onunla o evde yaşayacak ben, hatıralarımızın ölmüş çocuğu için ağlayan benden daha çok acı çekecek.
“Katil zaten benim!” diye bağırıyor çocuk, “Ben kendim düştüm, hatıraların gözlerinden, ellerinden ve dillerinden. Kırılmak ve kuruyor olduğun yeni hayatın ayaklarına batmak benim kaderim.”
Nasıl bir cinayettir ki bu; silah, hatıraların oğlu olan gelecek düşleri. Kimi cezalandırsak, kime ağlasak?
Acaba o dünyanın en küçük altın lirasını bulsam da, düşüncelerime musallat olan onu bindirsem uğur böceklerinin sırtına ve yolcu etsem benden uzaklardaki kayboluşuna?
Ben zaten hiç sevmem şiir okumayı, varsın bu da yarım kalsın. Hem belki kırılan parçaları toplayacak bir başkası bulunur, belki de çoktan bulunmuştur. Ayrıca bu kez hikaye olsun ‘biz’den, şiir değil. Varsın yine kötü olsun, zaten güzellik faydasız mıdır nedir?!
Teşekkür mü etmem gerekir, beni anlamayarak belki de en güzel şeyi yaptı o benim için; gitti. Kalsa daha çok kanayacaktım biliyorum, belki hatıralarım da kırılacaktı. Kırılmasın onlar, kısır kalmaları yeter oralarda bir yerlerde, böylece yeni hatıralarım meyve verecek olursa nasıl sulayacağımı ve büyüteceğimi bilirim veya yine olacak bir cinayete hazırlıklı olabilirim.
Öyleyse teşekkür ederim...
Ve gereği düşünüldü; daha fazla düşünülmemeli.
Böyle desem de, yine sakarlık edip aklıma düşer diye, o dünyanın en küçük altın lirasını aramaya devam etsem iyi olacak.






19 Ocak 2013 Cumartesi

Ankara


Her şeyin bir ömrü var. Her şey kendisine verilmiş olan belli bir zamanı yitirip göçüyor.
Rujlar, parfümler, şampuanlar bitiyor, yol bitiyor, benzin bitiyor. Telefonlar, televizyonlar, arabalar bozuluyor.
Sevgiler, dostluklar arkadaşlıklar yitiyor.
Tükenmez denen kalem bile tükenip gidiyor.
Tüm bu geçenlerle anladım ki; geçeceğini bile bile hep sonsuzluğa yürüyormuş gibiyiz. Daha 19 yaşındayım ben... Ve ne yazık ki çoktan 19 yaşındayım. Kime ve neye göre gencim diyoruz, belki de bize biçilen hayatın yaşlısı olduk artık.
Neredeyse üç yıl önce yine buralarda bir yerlerde, bu şehirde camdan dışarıya bakıyor, ilk imza günümün verdiği heyecanla geceyi izliyordum. Daha 17 yaşındaydım o zaman, ilk romanı yayımlanalı bir ay bile olmamış genç bir yazardım. Orası bu baktığım camdan neresi bilmiyorum, bilmemek daha iyi; oralarda bir yerlerde umuduyla hiç bilmediğim bir noktaya diktim gözlerimi, yıllar önceki varlığımı düşünüyorum.
Hepimiz 'oralarda bir yerlerde' umuduyla, bilmediğimiz geleceğimizde bir noktaya gözlerimizi dikip, yıllar sonraki varlığımızı düşünüyoruz. Hepimiz düşünüyoruz, yoksa zaten şu anda varlığımız burada olamazdı.
Ve ben buradayım; yine Ankara'dayım, manzarasının hep denize varmasını istediğim şehir burası ama zaten karalar hiç bir zaman denize açılıp engin maviliklerde yosun kokusuna boğulamaz. Ne yazık!
Ve ne yazık; günler bitiyor, aylar geçiyor, ömürler yitiriliyor...
Ve kalemim yine tükendi...
Ve...